9 Kasım 2009 Pazartesi

ATA'yı minnet, sevgi, saygı ve tarifsiz özlemle anıyoruz...





















Yatağın hemen karşısında duran tabloya takıldı gözü… İrkildi, yanıbaşındaki Afet İnan’a döndü, “Gidelim buralardan” dedi, “Selanik’e gidelim Afet. Ben iyileşeyim, oralara dönelim!”…
11 Kasım 1938 tarihli Tan Gazetesi haberi şu şekilde duyurmuştu: “Babamızı kaybettik!”
Atatürk öldüğünde, Türk halkına yeni bir yurt, yepyeni bir düzen ve koskoca bir Cumhuriyet kazandırmıştı.
Bakın sonrasında n’oldu?!
2002 yılında iktidara gelen Ak Parti hükümeti bu ülkedeki laiklik karşıtı görüşlerin ilki değildi. 1950 yılında CHP’nin 27 yıllık iktidarına son veren Demokrat Parti (DP) döneminin bu anlamda en belirgin olayı, dönemin başbakanı Adnan Menderes tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde sarfedilen sözler oldu; “Siz isterseniz hilafeti geri getirebilirsiniz.”
Ardından Özal döneminde devam eden bu din ve devlet işlerinin bir türlü birbirinde ayrılmaması skandalı, Necmettin Erbakan’ın “öküz öldü ortaklık ayrıldı” naralarıyla dizinin dibinden ayrılan Ak Parti (AKP) hükümetiyle devam etti. Zamanında, Erbakan ve Fetullah Gülen’in himayesinde laikilik karşıtı sözlerle beslenen “müridler”in kurduğu AK Parti, bugün hala bu eylemlerin odak noktası.
Üstelik, Cumhuriyet fikrine hiç de sıcak bakmayan Ak Parti hükümeti, laiklik karşıtı eylemlerine bir de türban sorununu karıştırınca, bugün birleştirmeye çalıştıkları ülkede ayrımcılık çanları çalmaya başladı.
Oysa, Atatürk böyle bir ülke bırakmamıştı bize. Batıya ayak uydurun demişti. Şapka devrimi yaptı, kılık kıyafet devrimi yaptı, harf inkilabı yaptı. Ülkede birlik bütünlük dedi; o yüzden Milliyetçilik ilkesinin yanına bir de Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Devrimcilik ekledi. Atatürk “Laiklik” derken, “imam hatipler her şeye burnunu soksun”u kastetmedi, Atatürk “Halkçılık” derken, “bölünün bölünebildiğiniz kadar” demedi. Atatürk, “Milliyetçilik” derken, düşündüğü şey “ırkçılık” değildi. Atatürk Türkiye değil, birlik, bütünlük içinde, aydınlık bir “Türkiye Cumhuriyeti” hayal etmişti.
“İŞTE BU AHVAL VE ŞERAİT İÇİNDE DAHİ VAZİFEMİZ, KURDUĞUN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ YOBAZLIĞA VE ŞERİATE KARŞI KORUMAK OLDU.”
Her şeye rağmen, açtığın yolda, aydınlık bir Cumhuriyet ülkesi için üzerimize düşeni yapıyoruz, rahat uyu, diye…
Ölümünün 71. yılında Cumhuriyetimizin kurucusu “Mustafa Kemal Atatürk’ü saygı, sevgi ve tarifsiz bir özlemle anıyoruz…”

18 Eylül 2009 Cuma

Erken gelir ölüm!

Kendimi başka ölümlere hazırlamaya çalışırken seninki geldi. Meğer hiçbir zaman alışamayacağım bir şeymiş bu meret. Sözlerin bir bir kulağımda; yapmak istediklerin, yapamadıkların, yakındıkların, seni gülümsetenler… İşte ben şimdi bunların hangisini yaşasam aklıma seni getiriyorum. Anlatamayacağım işlere kalkıştım arkadaşım. Herkesin “üzülme artık, o şimdi melek oldu, cennette” tesellileri de yatıştıramıyor bu nereye çıktığını bilmediğim yolun sancılarını. “Ben hiç yaşamadım” derken bu kadar basit algılamaları da inan canımı sıkıyor, kanıma dokunuyor. Gittiğim ve gördüğüm her yer seni “orada” son görüşümü silemiyor aklımdan. Sadece o an!.. Sanki hayatımda artık “oradan” başka hiçbir yer yok sana ait.

Bir hafta oldu ve kendime anlattığım masallara hiç inandıramadım kendimi. Meğer gerçek çekip alıyormuş insanın mantığını aklının bir köşesinden. Mantıksız kararlarla durduruyorum içimde acımadan duran yaramın kanını ve “Ben öldüğümde ağlar mısın?” sorunu artık daha rahat yanıtlıyorum; çok ağlıyorum!

“Yaşamın gürültüleri suskunluklarını bulandırdı
buna gülüyorsun şimdi çünkü boş kafanda
yer alan yalnızca tutsaklık.”

11 Eylül 2009 Cuma

12 Eylül'ün 29. yılında...




Hani derler ya, perşembenin gelişi çarşambadan bellidir’ diye, bizimki de o hesap. Bugünkü sözde demokrasinin temellerini biz bu ülkedeki hep zamansız ve yerinde olmayan darbelerle attık. Bunlardan biri de, 12 Eylül 1980 darbesi!.. Bakın bu kanatan sürece nasıl gelindi:

1970'li yıllar sona ererken Türkiye ağır bir siyasal ve ekonomik bunalımla karşı karşıyaydı. 1977 seçimlerinden sonra istikrarlı bir hükümet kurulamadığı gibi, iki büyük parti CHP ve AP arasındaki diyalog neredeyse tamamıyla ortadan kalkmıştı. 1979’da Demirel başkanlığında, dışarıdan MHP ve MSP destekli AP azınlık hükümetinin kurulması da siyasal istikrarsızlığı sona erdirmeye yetmedi. Bu arada günde 25-30 kişinin yaşamına mal olan siyasal ve toplumsal şiddet olayları da bütün hızıyla sürüyordu. İstikrarsızlığın yanı sıra giderek artan şiddet olaylarından tedirgin olan ordunun üst kademesi, 27 Aralık 1979'da Milli Güvenlik Kurul Başkanı sıfatıyla Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e bir uyarı mektubu gönderdi. Korutürk'ün 2 Ocak 1980'de kamuoyuna duyurduğu uyarı mektubunda, ülkenin içinde bulunduğu durumun değerlendirilmesi yapıldıktan sonra şöyle deniliyordu:"Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizden bir an önce, milli menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle biraraya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir."

“İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifemiz…” diye başlayan cümlelerin de kulak ardı edildiği o yıllarda, deyim yerindeyse tam bir sağ-sol çekişmesi yaşanıyordu. Durum malum, güzel ülkemde solculuğun insani tarafları hep “bölücülük, anarşisizm” diye tanımlanmıştır. Ne hikmettir ki, bütün bunlara karşı yapılan kıyımlara, ırkçılığa, yağmalanan insan haklarına da “milliyetçilik” diye bir kılıf uydurulduğu için sizin anlayacağınız çoktan minare çalınmıştır. Sahneye dönemin Genel Kurmay Başkanı Orgenaral Kenan Evren çıkar; MGK bildirisi kamuoyuna duyurulur:

“MGK devlet yönetimine doğrudan el koymuştur. Her türlü siyasi faaliyet her kademede durdurulmuş, parlamento ve hükümet feshedilmiş, bütün parlamenterlerin yasama dokunulmazlıkları kaldırılmıştır. Yurtta sıkıyönetim ilan edilmiş, ikinci bir emre kadar sokağa çıkmak yasaklanmış, yurtdışına çıkışlar durdurulmuştur. Yasama ve yürütme yetkileri MGK tarafından kullanılacak ve kısa zamanda bir bakanlar kurulu oluşturularak yürütme sorumluluğu bu kurula bırakılacaktır.”

12 Eylül bir insanlık suçuydu. 12 Eylül, sol görüşü sindirmek adına ve Türkiye’yi bugünkü islam ve bölücülük çukuruna iten utanç tarihiydi. 12 Eylül tarihte basiretsizliğin en açık örneğiydi. 12 Eylül, sorgulayarak öğrenmenin, eğitimin ve demokrasinin bitiş noktasıydı.
Bütün bunların ardından, 12 Eylül darbesine “yerinde” deyimini yakıştıranlar ellerini iki başının arasına alıp düşünsünler diyeceğim ama onlar başka planlar yapıyorlar, kıyımlara, katletmelere kılıf hazırlıyorlar “milliyetçilik” adı altında!

6 Temmuz 2009 Pazartesi

İzmirli kadınlar...fotoğraflar

Hep yeni yıkanmış balkonlarda mı yaşarlar? Yoksa akşam sefası çiçeği gibi ikindileri açılıp saçıldıkları için mi kalır insanın aklında o balkonlu, kadınlı İzmirli fotoğraflar? Hesapsız kahkaha atmasını... Ağzında şeker yuvarlar gibi dedikodu yapmasını... Sokaktan tek kişilik bir fener alayı gibi geçmesini... Yeni yıkanmış balkonların ılık betonunda pempe topuklarını gezdirmesini... Erken yaşta rakı içmesini ve şarkıların en efkârlısını gecenin sonuna saklamasını... Asvalyaları attığı vakit ‘efelik’ yapmasını... Çatlata çatlata oynamasını... Takıp takıştırıp pufur pufur salınmasını...İşte her nasılsa, daha en başından öğrendikleri için bütün bunları, güngörmüş adamlar bilir ‘İzmirli Kadınlar’ dendi mi, işte orada durmasını.Hayat kıvamındadır İzmir’in kadınları. Nasıl hayatta ayrıştırılıp çizilecek bir şey yoksa, onlar da işte öyle. Yani ya akarsın onunla ya akmaz durursun kenarda. Yok öyle durup dibine bakmaca.Hep yeni yıkanmış balkonlarda mı yaşarlar? Yoksa akşam sefası çiçeği gibi ikindileri açıp saçıldıkları için mi kalır insanın aklında o balkonlu, kadınlı İzmirli fotoğraflar? O balkonlarda hiç göremezsiniz büsbütün ne erkekleri, ne de hayatı ciddiye alan konuşmaları. Olsa olsa henüz kurumamış su birikintilerine dalgın dalgın değdirilen parmaklar... Ve mutlaka beş dakika içinde patlayan yeni kahkahalar.Hep sorarlar ya - neden bu kadar güzel İzmirli kadınlar? Çünkü hep onlarda kıkırdamalar, kahkahalar ve fışkırıcı şımarıklıklar...Ben Ankara’da gördüm, az konuşan, az gülen, ciddi duran, füme rengi kadınları. Görünüp görünüp kaybolan, muamma taklidi yapanlar da İstanbul’un meselesi. Ben sanırdım ki, hayatın yakasında bir hercai menekşe gibi durur her yerde kadınlar. Öyle değilmiş meğer...Bir de ne yapsan çıkmaz ya denizin lekesi, o da var.

29 Haziran 2009 Pazartesi

Sivas Katliamı

4. Pir Sultan Abdal Anma Etkinlikleri kapsamında Sivas’a dönemin valisi tarafından çağrılmışlardı. 1 Temmuz sabahı 06.00 sularında şehre indiklerinde, ortalık sakin görünüyordu, inşaatta çalışan birkaç işçinin başlarındaki Pir Sultan şapkalarını yere atıp ezmesi dışında… Önemsemediler, kendini bilmez birkaç kişiydi.
2 Temmuz günü, kültür merkezindeki etkinlik öylesine güzel geçmişti ki, bir gün öncesi ve sabahında yaşanan tüm gerginlikler unutulmuştu. Gençler DSİ’nin misafirhanesine, aydınlar ise, Madımak Oteli’ne döndü. Yolda, camiden çıkan bir grubun sataşmalarına şahit olmuşlardı, üzerinde durmadılar; meğer hepsi bir savaş alametiymiş diyor, Madımak’ta 19’undaki kardeşi Serkan’ı kaybeden Serdar Doğan.
Her zaman toplanıp giderledi de böyle etkinliklere, bu kez herkeste bir veda havası hakimdi sanki. Barış içinde, halaylarla, türkülerle, semahlarla çıkılan Sivas yolundan geri dönülmeyecek hissi kaplamıştı yüreklerini.
2 Temmuz 1993 saat 19.00. Madımak’ta derin bir sohbet sürüyor. Metin Altıok, Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, diğer aydınlarla birlikte gençleri de toplamışlar etraflarına koyu bir sohbete dalmışlar. O kadar içli ki konuşulanlar, dışarıdan gelen sloganları, ulumaları duymazlar. Bir süre sonra lobiye düşen ve büyük camı paramparça eden bir taşla irkilir hepsi. Dışarıya bakarlar, bir grup otelin önünde, taş yağdırmaktadır. Her ne tesadüfse, şehrin göbeğinde kaldırım onarımı için tam da otelin önüne koyulmuştur taşlar!..
“Tekbir” sesleriyle büyüyen grubun şaşkınlıklarını üzerlerinden atamamaktadır içeridekiler.
İçlerindeki deneyimli kişi Erdal Ayrancı’dır, korkmamalarını söyler, 12 Eylül’ü de yaşamıştır kendisi. Serdar Doğan kardeşini yukarı kata gönderir, “Ben sana bir şey söylemeden bu kata inme Serkan!” dese de, dinletemez kardeşine. Aşağıda, taş yağmuru devam ederken, Serkan sürekli ağabeyinin durumunu öğrenmek için aşağı iner, Serdar defalarca “Gelme Serkan” der, dinlemez Serkan.
Serdar Doğan, Erdal Ayrancı’nın “Bunlar oteli de yakarlar” dediğini hatırlıyor.
-“Uzun bir süre geçmedi üzerinden, perdeler tutuştu, zaten otel yatak yorgan dolu, kısa sürede her yer alev aldı.”
Serdar, kardeşi Serkan’ın sürekli sesini işitir “Ağabey!” Bir süre devam eder seslenmeler…
- “Ağabey!…”
-“Serkan!…”
-Serkan dedim, ses gelmedi…
3 Temmuz 1993’te gazetelerin baskıları Sivas’ta adeta bir savaş meydanından çekilen fotoğrafları vermişti. Madımak Oteli’nden 33 kişinin cansız bedeni çıkarıldı. Aradan 16 yıl geçti. Serdar Doğan hala kardeşinin sesini duymak için bekliyor. Hala verdiği röportajlarda, “Serkan’ı yukarı gönderdim, onu son görüşümdü bu” derken, kayıt cihazını kapattıracak kadar da ilk günkü gibi içinde taşıyor bu yarayı.

2 Temmuz 1993
Yer: Sivas Madımak Oteli
Olay: Yaklaşık 10 bin kişilik gerici bir grubun ayaklanması sonucu büyüyen olaylarda 33 aydın ve genç insan yakılarak katledildi.
Sonuç: Kasım 2008’e kadar zanlı sayısının 10 bin kişilk gruptan 7 kişiye kadar indirildiği yargılanma sürecinde, “davanın zaman aşımından düşürülmesi” istendi. Aynı tarihte, olayların baş povakatörü diye anılan Cafer Erçakmak’ın “anayasal düzeni zorla değiştirmeye taşebbüsten” dosyası ayrıldı.
Kimilerinin bugün “Sivas Olayları” diye nitelendirdiği bu “laiklik karşıtı” ayaklanma “katliam”dan başka bir şey değildi aslında. Hepimizin yüreğine yara oldu, kanadı, durmadan kanadı. Artık bizler, Sivas’ta yaşananların “olay” diye nitelendirilecek kadar basit olmadığını biliyoruz, bizler “katliamın” unutturulmaması için atıyoruz çığlıklarımızı olanca gücümüzle.
Sivas Katliamı’nın 16. yıldönümünde, geçmişi yamalı ülkemde bir çığlık olsun karaladığım satırlar; UNUTMAYALIM!

23 Haziran 2009 Salı

Serkan Eroğlu- 23 Mayıs 1978 Tire-İzmir doğumlu
24 Aralık 1997’de Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi tuvaletinde asılı bulundu. İntihar ettiği söylense de bir cinayetin üzerinin kapatılış hikayesinin başlangıcıydı Serkan’ın ölümü.
27 Kasım 1997 günü, yolda yürürken sivil polis olduğunu iddia ettikleri 4-5 kişinin zoruyla gözleri bağlanarak bilmediği bir yere götürüldü. Sorgulandı, bu esnada arkadaşlarıyla ilgili bilgi istendi, kendisine okul içinde muhbirlik yapması teklif edildi; kabul etmedi. 8 saat boyunca fiziki ve ruhsal baskıya maruz kaldı, ardından yine gözleri bağlanarak sapa bir yola bırakıldı. Olayın üzerinden bir hafta geçti. Serkan ortadan kaybolduğunda henüz 19 yaşındaydı, ölü bulunduğunda da… Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi tuvaletinde 24 Aralık günü incecik boynunda, bir iple bulundu.
Olaydan hemen sonra İzmir Emniyet Müdürü Ahmet Demir bir açıklama yaptı ve Serkan’ın intihar ettiğini söyledi.
Ablası Serkan’a ikinci kez otopsi yapılmasını istediğinde, Serkan’ın kanında 7.3 oranında kloroform tespit edildi; basit bir intihar değildi yani bu. Birileri Serkan’ı bayıltmış ve intihar süsü vermek istemişti.
Serkan, kaçırıldığı günü savcılığa şöyle anlatmıştı: “27 kasım 1997 perşembe günü saat 16.00 civarı, sivil polislerce zorla bir arabaya bindirildim. gözlerim bağlandı ve bilmediğim bir yere götürülerek sekiz saat boyunca sorgulandım, tehdit edildim, işkenceye uğradım. bu durumdan dolayı İHD’ye başvuruyorum.”
Serkan’ın ölümünün üzeri bugün hala aydınlatıl(A)mamıştır. Üstelik, olayın aydınlatılmasının Serkan’ın “beni öldürebilirler” diye başvurduğu kuruma verilmesi de durumun vahimliğinin başka bir göstergesidir.
Serkan’ın ölümünden sonra bir kitabı yayınlandı, “Çiçeğin Gözü Yıldızlardaydı” adıyla. Babası kitabın önsözüne yazmıştı: “…köşe yazarı olmaktı hayalin. insanlara yardım etmek bir de. bir yazında (yazdıklarımla aileme, özellikle babama –haklıymışsın) dedirteceğim diyecek kadar idealisttin. -haklıymışsın serkan, demeyi çok isterdim, ama birileri bunu söylememi hiç istemedi hem de hiç yine de haklıymışsın serkanım diyorum..."
Ali Serkan Eroğlu. Öldürüldüğünde 19 yaşındaydı. Gazetecilik’te okumakta, drama yazarlığı için hazırlanmakta, bunların yanında Duvara Karşı tiyatro grubunun kurucularından ve aynı zamanda Parya oyuncuları grubunun kurucusu olarak tiyatro yapmakta, gitar çalmakta, şiir ve denemeler yazmaktaydı. Başkalarının teklif ettiği muhbirliği yapmamak uğruna attığı çığlıkla vuruldu Serkan. Ölümünün üzerindeki perde hala kaldırılmadı, bilenler sustu, unutturulmak üzerine türlü türlü oyunlar döndü cinayetin ardında. Bugün Serkan’ın ölümünü, öldürülüşünü unutmayan birçok yol arkadaşı hepimize sesleniyor, UNUTTURMAYALIM! Çünkü, “aklın unutuşa karşı savaşı insanın iktidara karşı savaşıdır.”

12 Mayıs 2009 Salı

"Bilir bilmez..."

Can Dündar
12 Mayıs Salı 2009

Bilirkişi
Hep merak ederdim; Türkiye niye yıllar boyu, bu kadar sevdiği Ata’sına bir film çekemedi diye... Başıma gelince anladım; çekmek mümkün değilmiş ki...
Hakaret iddiası“Mustafa” konusunu kendimce kapatmıştım. Filme ilişkin polemiklere bu köşeyi ayırmamaya da gayret sarf ettim. Ama filmin “Atatürk’e hakaret” iddiasıyla soruşturulduğunu bu gazetede manşetten okuduğunuz için sonucu da bilmek istersiniz diye düşündüm. Bir “yakınıcılar” (“müştekiler” yani) , filmde “Atatürk’e hakaret suçu” işlendiği iddiasıyla savcılığa başvurmuş, savcılık da soruşturma açmıştı.Başvuruda “hakaret”in kanıtları nelerdi biliyor musunuz?- “Mustafa” demekle O’na saygısızlık ediyorduk.- Film müziği için “Ermeni asıllı Goran Bregoviç”i seçmiştik. (Bu iddia üzerine Goran’ı aradım; “Ermeni asıllı olduğunu biliyor muydun?” diye sordum. Bilmiyormuş. O kendini Boşnak sanıyormuş(!). Bir de Canan Arıtman’a sormaya karar verdik.)- Filmin dağıtımını dünya çapında Warner Bros firması üstlenmiş. Bu da “saygısızlığın yabancı destekli uluslararası bir programın parçası olduğunu kanıtlıyor”muş.- Filmde Atatürk’ün çocukluğunu Yunanlı ve Makedonyalı iki çocuk canlandırmış. “Yakınıcılar”, “Neden yabancılar?” diye soruyordu. (Sanki yıllarca Atatürk rolü için yabancı oyuncu aranmamış gibi...)Kanıtlar bunlardı. “Yakınıcılar”, bu verilerden “Amerikan destekli bir Ermeni-Yunan komplosu“ kokusu almış ve “Bunlar programlı, dış bağlantılı, ülkeyi parçalamak maksatlı, reklam kokan yayınlardır” sonucuna varmıştı. 7.5 yıla kadar hapsimi istiyordu.Hakaret ve aşağılama yok“Her ülkede böyle paranoyalar olabilir” diyebilirsiniz. Ama bizde savcılık dilekçeyi işleme koymuş ve bilirkişiye yollamıştı. Ben de gazetelerden öğrendim: İnceleme
tamamlanmış. Bilirkişiye sorulan soru neydi: “Filmde Atatürk’e hakaret var mı?”Bilirkişi ne cevap vermiş: “Değerlendirmemi yapayım, siz karar verin.”Savcı da, sigara yasağının sinema filmlerini kapsamadığını, filmde senaristin kendi sübjektif yorumunu yaptığını ve “bu yorumda Atatürk’e hakaret veya aşağılama bulunmadığını” yazmış ve kovuşturmaya yer olmadığına karar vermiş. ‘Optik anlatım’ eleştirisi; Buraya kadarı normal. Garip olan şu: Bilirkişi, son derece titiz bir çalışmayla hakaret iddiasını incelerken film eleştirisine de girişmiş.76 maddelik bir rapor hazırlamış.Bunları da “yanlışlar”, “aykırı yorumlar” ve “eksikler” diye sınıflandırmış.Öyle maddeler ki, okudukça “Neden Sayın Bilirkişi, film eleştirmenliğine ya da bizzat yönetmenliğe soyunmuyor?” diye düşünmeden edemiyor insan...Çünkü 24 sayfalık raporda hem tek tek sahneleri eleştiriyor, hem de filmin nasıl çekilmesi gerektiğini anlatıyor. Mesela filmde “aydınlık bir optik anlatım” olmamasının, seyircide bir kasvet havası yarattığını yazıyor. Müziği “melankolik” buluyor.“Poz veren Atatürk’e hiç benzemiyor” diyor. Oyuncunun ellerinin Atatürk’ün ellerine benzemediğinden yakınıyor.Sofra sahnesindeki rakı kadehinin çok büyük boyutta ve sık sık yansıtılmasını eleştiriyor.Fikriye sahnelerini uzun, taarruz sahnelerini kısa buluyor.“Dansı, içkiyi severdi” sözümüz için, “Günümüz ortamında bu ifadeler uygun değil” notu düşüyor.Filmin sonundaki fotoğrafın 30 saniye ekranda kalmasını uzun buluyor.Kredilerin sonuna koyduğumuz cümleyi salon boşaldıktan sonra perdeye çıktığı için değersiz görüyor.Daha neler...neler...“Buyurun siz çekin!”Her bir maddesini tek tek tartışabileceğim bir rapor bu. Ama özünde, Bilirkişi’nin -mutlaka iyi niyetle- filmi yıllardır okullarda okutulan inkılap tarihi kitabına benzememekle eleştirdiğini söylemek mümkün. Oysa “Mustafa”, tam da bu benzemezlik üzerine kuruluydu; bir ders kitabı değil, süresi sınırlı bir sinema filmiydi; yönetmeninin öznel bakış açısını taşıyordu. Maddi hatalar varsa elbette eleştirilecektir, ancak “Bunu söylemenin sırası mı?”, “O plan niye 30 saniye?”, “O kadeh niye büyük?” gibi sorularla bir filmi yargılamayı, düşünce ve yaratım özgürlüğüyle açıklayabilir misiniz? 70 yıldır neden bir Atatürk filmi çekilemediğini şimdi daha iyi anlıyor musunuz?

13 Nisan 2009 Pazartesi

Sivas 93...


“Gidilip görülmeli” diye avaz avaz bağırabileceğim inanılmaz bir belgesel oyun, Genco Erkal’ın yeniden yaratmasıyla can bulmuş yürek yarası, tam anlamıyla Türkiye trajedisi bir konu… İsmini duydum ilk önce, derinlerde bir yerde kanadı yaram; Sivas 93!.. Nasıl da o çok övündüğümüz tarihimizin karanlığına hapsetmiştik bu akılalmaz katliamı?..
Oyunda, Meral Çetinkaya bir sahneyi canlandırıyor; otelde mahsur kalmışlardır artık ve dışarıdaki azılı kalabalık büyüyordur her geçen dakika…
“Ya içimizden birine bir şey olursa, diğerleri n’apacak?” “N’apacak, kalanlar ölenlerin arkasından şiir yazar.” Söyleyen Metin Altıok’tur.
“Ne mutlu ki, Metin Altıok benim için şiir yazacak.” Birden bir kahkaha kopar merdivenin bir ucundan. Behçet Aysan’dır gülen. İşte der, Meral Çetinkaya tam orada, “O gülüş hala kulaklarımda!”
Arkadaşlarının gülüşlerini duyarak, sözlerini, son şiirlerini işiterek can vermiştir o yangın yerinde 33 kişi. Kurtulanlar hala atamamıştır üzerlerinden is kokusunu, kalplerinden katliamın “kara lekesini…”
Genco Erkal diyor ki, 13 Nisan Pazar günü Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan röportajında, “Sanki hiç böyle bir oyun oynanmadı, devlet yetkilileri zaten gelmedi, yandaş basından bile yazan olmadı.” Ben öncelikle, Dostlar Tiyatrosu Müdürü Sayın Ahmet Kaya’ya bu oyunu izlememizde bize gösterdiği büyük incelikten dolayı çok teşekkür ediyorum. Bunun yanı sıra, Türkiye’nin karanlık yüzüne tuttuğu aydınlık için Genco Erkal’a, ustaya boynumun borcu diyerek, Sivas 93’ü yazmak istedim. Mutlaka izlenmeli!
Yazan-Yöneten GENCO ERKAL
Müzik FAZIL SAY
Giysi ÖZLEM KAYA
Film Yapım NURDAN ARCA Ajans 21
Müzik-Oyunda Fazıl Say’ın Nazım Oratoryosu, Metin Altıok Oratoryosu, Kara Toprak, İpekyolu Konçertosu, Keman-Piyano Sonatı, Anadolu’nun Sessizliği ve Nazım Belgeseli müziğinden bölümler kullanılmıştır.
Şiir
Oyunda Metin Altıok, Behçet Aysan, Uğur Kaynar’dan alıntıların yanı sıra kullanılan şiirler:Sivas Acısı- Aziz NesinDünyanın En Tuhaf Mahluku- Nazım HikmetBu Yangın Yerinde- Ataol BehramoğluMadımak- Bülent Ecevit

YARARLANILAN KAYNAKLAR
Alevler İnsan Sesi (Sivas Kıyımı Şiirleri)/Hazırlayan: Güngör Gençay; Gerçek Sanat Yayınları
Behçet Aysan Kitabı/Hazırlayan: Edebiyatçılar Derneği;
1993Gölgesi Yıldız Dolu-Metin Altıok/Zeynep Altıok; Dünya Kitapları, Ekim 2003
Gri Gül/Lütfiye Aydın; Can Yayınları, 2005
Madımak Çığlığı/Zeki Büyüktanır; Can Yayınları, Ekim 2006
Onlar Işık Oldular-Sivas Katliamının Onuncu Yıldönümü/Yayına Hazırlayan:Ahmet Koçak; Alev Yayınları, 2003-İstanbulSesini Yitiren Şehir Sivas/Mağma Sanat Hareketi; Varyos Yayınları, Temmuz 1995Sivas-2 Temmuz 1993/Yazan: Soner Doğan; Ekim Yayınları, Mart 2007Sivas Davası Cilt 4/Hazırlayanlar: Av. Erdal Merdal, Av. Mehdi Bektaş, Av. Ali Sarıgül; Türkiye Barolar Birliği, Mart 2004-AnkaraSivas Katliamı Davası Cilt I, Cilt II/Hazırlayan:Av. Şenal Sarıhan; Ankara Barosu Yayınları, Nisan 2002 Sivas Katliamı ve Şeriat/Yazan:Lütfi Kaleli; Alev Yayınevi, 1994Sivas Kitabı-Bir Topluöldürümün Öyküsü/Hazırlayan:Attila Aşut; Edebiyatçılar Derneği, Haziran 1994Şeriatçı Şiddet ve Ölü Ozanlar Kenti Sivas/Çetin Yiğenoğlu; Ekin Yayınları, Şubat 1994Sivas'ı Unutmak/Yazan:Öner Yağcı; Pencere Yayınları, Ekim 1997Yaşamak Martı Kanadında Rüzgar Taşımaktır/Serdar Doğan; Aral yayınları, Eylül 1997*Güzel Yazılar Dergisi-Sivas Kıyımını Unutmadık; 10. Yıl/Türkiye Yazarlar Sendikası, 2003Bahar/Aylık Sanat Dergisi; Sayı 113, 2007Taraf/Aylık Siyasi Dergi; Sayı 30, 1993

OYUNCULAR
Meral Çetinkaya
Genco Erkal
Yiğit Tuncay
Nilgün Karababa
Murat Tüzün
Saliha Şirvan Akan
Çağatay Mıdıkhan

İyi seyirler…

9 Nisan 2009 Perşembe

Bedava kanser ilacı...Siz de bu ailenin bir üyesi olun!


Son yıllarda ülkemizde kanser hastalıkları inanılmaz artmıştır. Minicik bebeklerden, 80 yaşındaki delikanlılara kadar binlerce insan bu hastalıkla mücadele etmektedir. Türkiye’de her yıl 150 bin yeni kişi bu canavara yakalanmaktadır.
Tedavileri ve ekonomize maliyetleri KİŞİ BAŞINA 275.000 (ikiyüzyetmişbeşbin) US dolarıdır.
Parasızlıktan ve bürokratik engeller nedeniyle binlerce insan tedavi olamamaktadır. Hastaları, hastanelerin ONKOLOJİ servislerinde ve kapılarında dinlerseniz, sorunların ne kadar büyük olduğunu görürsünüz. Bu konulara dikkat çekmek ve ilaç bulamayan hastalara yardımcı olabilmek için aşağıda sunduğumuz listedeki kanser ilaçlarını ve tıbbi malzemelerimizi ihtiyacı olan yoksul hastalara TAMAMEN PARASIZ vermek istiyoruz.İlaçların hepsi tedavisi biten veya tedavi sırasında kaybedilen kanser hastalarına aittir. Bu hastalar ilaçları çöpe atmak veya kullanılmayacak şekilde ziyan etmek yerine LÖSEV-LÖsante hastanemize makbuzla bağışlamaktadır. Bağışlanan ilaçlardan, hastanemizde tamamen parasız tedavi gören lösemili çocuklarımız için kullanılabilenler dışındakiler, heyet raporu ve reçete karşılığı ihtiyacı olan kanser hastalarına ÜCRETSİZ olarak verilmektedir.
Sevgili doktorlarımız hastalarınızı Vakfımıza veya
www.losev.org.tr adresimize yönlendirirseniz mutlu oluruz. Tüm amacımız kanser hastalıkları oluşmadan önlemektir.
Saygılarımızla,
Pediatrik Hematolog Dr. Üstün EZER Yönetim Kurulu Başkanı
LÖSANTE LÖSEMİLİ ÇOCUKLAR HASTANESİ TURGUTLU SK. NO:30 GOP ANKARAlosev@losev.org.tr
Ayrıntılı bilgi www.losev.org.tr adresinde...


1 Nisan 2009 Çarşamba

KELEBEK

Kara’ya bahsetmiştim; baharın gelişiyle birlikte kelebekler de kanatlandı, açık pencere bulmayagörsünler:) İşte o kelebeklerden biri bugün benim açık kalan camımdan içeri girdi, bir şiir bıraktı başucuma; “Kara için” dedi.:) Ben de paylaşayım dedim, hem Kara ile hem sizinle. İsmini sordum, “şiiri okusun, tanıyacak beni” dedi.:) Şiir senin içinmiş Mert; bilmem ki kimden?! :)
Kelebek
Kelebeğim artık düşlerinde,
İki yanımda kanatlarım, ağır gelir sol yanım.
Uçuyorum bazen, çiçek yaprağı üzerinde,
Bazen rüzgarın sığ sesinde…
Gülümsüyorum, sevdalanıyorum kimi zaman
Kimi zaman özlüyorum, özlemlerim kum torbası misali
Ağır geliyor, taşıyamıyorum!..

Kelebeğim düşlerinde, bir o yana gidiyorum, bir bu yana,
Rüyana giriyorum, soluduğun havayı soluyorum, üzülüyorum seninle, seninle hüzünleniyorum,
Senin gözünden bakıyorum hayata
Kelebeğim şimdi düşlerinde,
Ne yana gitsen seninle geliyorum.
Ağır geliyor kanatlarım, ama korkma bir ölüm daha yok; yaşayacağım!
Gidiyorum ben, hadi kalk sen de gel düşlerine…

31 Mart 2009 Salı

Dario Moreno 'sokağı'


Dario Moreno, 3 Nisan 1921 tarihinde İzmir'de doğdu. Tren istasyonunda çalışan babası trajik bir şekilde vurulup ölünce yetim kaldı. Dört kardeşi daha olan Moreno, annesi Madam Roza tarafından yetimhaneye (Nino De Guerfanos) verildi. Dört yaşına kadar yetimhanede kalan Moreno daha sonra Yahudi ilkokulunu bitirdi.
Gençlik yıllarında pek çok farklı işte çalıştı. En yakın çocukluk dostu Alber Dinar'dır. Çalıştığı esnada kendini yetiştirdi ve Kardıçalı işhanında yanında getir götür işlerinde çalıştığı İzmir'in ünlü avukatlarından birinin katipliğine yükseldi. Ayrıca geceleri Milli Kütüphane'ye gidip Fransızca çalışıyordu. Yine bu sıralarda başlayan gitar merakını eline geçen bir gitar vasıtası ile geliştirdi. Aynı dönemlerde Bar-Mitsva törenlerinde şarkılar söylemeye başladı. Gençlik çağlarında kendi semtinde ve İzmir'de iyice tanınır olmuştu. Moreno askerliğini II. Dünya Savaşı sıralarında piyade olarak Akhisar Orduevi'nde yaptı. Burada caz orkestrasında solistlik yaptı ve yine Konya ile Adana'daki askeri yerlerde sahneye çıktı. Askerlik döneminde müzik ile daha içli dışlı olan Moreno İzmir Kordon'da bulunan NATO binasının yerindeki Marmara Gazinosu'nda da sahneye çıktı. Moreno ilk konserini ise Konak vapur iskelesinin üzerindeki gazinoda verdi. Moreno müzisyenliğini biraz daha ilerletince annesi Madam Roza ile birlikte Mithatpaşa Caddesi üzerinde bulunan Karataş semtindeki Asansör Sokağı'na taşındı. (Sokağın bugünkü adı Dario Moreno Sokağı'dır. Halk arasında bu sokak ve çevresi "Asansör" olarak anılır.
"Ortaokula başladığım yıldı sanıyorum, babam da tarihi Asansör'de çalışıyordu. Karataş'taki Asansör, İzmir'e "şöyle durup da bakmak içindir" adeta.
Yine birgün babamın çalıştığı yere gittim. Çok defa gittiğim Asansör'de farklı yerler de görmek istiyordum. "Öf"lemelerime daha fazla dayanamayan babam beni o eve götürdü. Dario Moreno'yla o gün tanıştım. Çoktan terkedilmiş, viran olan bu ev sanki bakımsız bir müzeydi. bugün öyle mi bilmiyorum tabi, gidip görmek lazım! Eşyalarda hala o günlerin izi vardı sanki. Ahşap merdivenler ha çöktü ha çökecek, adımımı attıkça basamakların gıcırtısı beni o günlere götürmüştü ya da ne bileyim ben öyle hissettim; belki de hala duran çürümüş perdelerin de etkisi vardı bunda. Yolunuz düşerse İzmir'e gidin görün o evi. Hemen tarihi Asansör'ün sokağında. Sonra, Asansör'le tepeye çıkın, bir de Türk kahvesi yudumlayın Symirna'ya tepeden bakarken... Benden tavsiyesi;)

Tunceli'nin durumu, sonra çıkar oyunu!

AKP’nin milletvekili çıkaramadığı tek il Tunceli, seçimlerin en tartışmalı şehriydi. Seçimlerin öncesinde dağıtılan beyaz eşyaların YSK’nın uyarısına rağmen dağıtımı sürdü ve 3 bini aşkın eve yardımda(!) bulunuldu. Şebeke suyu ve elektriği olmayan evlere çamaşır makinesi verildi. Verilen çamaşır makinelerinin çoğu belki hala evlerin bir köşesinde açılmamış duruyordur. Ama bakın 29 Mart’ta Tunceli’de neler oldu: Benim bile, “kürt nüfusu tahmin edildiği kadar fazla değildir” dediğim Tunceli’den birinci parti DTP çıktı. Bunun yanında asıl sürpriz AKP oldu. Diğerlerinin aksine, ben AKP’nin Tunceli’de nüfuzunun arttığını düşünüyorum. AKP’nin aday gösterdiği Cihan Açıkgöz yüzde 21.63 oranında oy alırken, yadsınamayacak kadar alevi nüfuzu olan Tunceli’de CHP adayı Mazlum Arslan’ın oy oranı ise, 15.07 olarak kaldı. AKP dağıtılan beyaz eşyaların da etkisiyle bu şehirdeki oyunu da yüzde 22’lere çıkarmış oldu. Tunceli bağımsız milletvekili Kamer Genç her ne kadar “Ben CHP adayını destekliyorum” dese de sonuç değişmedi ve kazanan DTP oldu. Bugün ilçeler bazında bakıyorum Tunceli’deki oy oranlarına, sadece Ovacık’ta ilk parti CHP!.. Demek ki, yaramış AKP’nin beyaz eşyaları Tunceli halkına. “Aydın insanlardır, çoğu öğretimli değildir ama eğitimlidir” dediğim Tunceli’yi şaşkınlıkla izledim o akşam.

Gözünü sevdiğimin İzmir'i...

NTV-MSNBC - İzmir Büyükşehir Belediyesi yarışında sandıkların yüzde 96’ı açıldı. İlk parti yüzde 53 ile CHP olurken, ikinci parti yüzde 32 ile AKP oldu. Bir önceki seçime göre oylarını yüzde 6 artıran CHP’ye karşı, AKP’nin oyu yüzde 1 düştü...
Seçimden önce çıtayı yüzde 51 olarak telaffuz ettiklerini ifade eden Kocaoğlu, hedeflerini tutturduklarını ve ciddi de bir fark attıklarını açıkladı.
"Bu başarı İzmir’in başarısı. İzmirli 3,5 milyon hemşerimizin başarısı. Zor günlerimizde hep bizim yanımızda durdular. Bize güvendiler, sahip çıktılar, bağırlarına bastılar. Beş yıllık çalışmanın ve özverinin de payı olduğuna inanıyorum" diyen Kocaoğlu, aldıkları bu destekle daha fazla sorumluluklarının olduğunu ifade etti. İzmir’i Akdeniz’in incisi bir dünya kenti yapacaklarını kaydeden Kocaoğlu, "Yarından itibaren çalışmalarımızı hızlı bir şekilde sürdüreceğiz. Kenti kalkındırmayı yürüteceğiz. Dar gelirli ailelerimize de yardım politikamızı artırarak sürdüreceğiz" diye konuştu.
CHP’nin İzmir’in ilçelerinde kazanan adayları şöyle:
Konak: Hakan Tartan
Karşıyaka: Cevat Durak
Bornova: Kamil Okyay Sındır
Buca: Ercan Tati
Aliağa: Ö. Turgut Oğuz
Balçova : M. Ali Çalkaya
Çiğli: Ensari Bulut
Bayındır: Alaeddin Çapuk
Bayraklı: Hasan Karabağ
Ödemiş: Bekir Keskin
Bergama: Mehmet Gönenç
Beydağ: S. Vasfi Şentürk
Çeşme: A. Faik Tütüncüoğlu
Dikili: Osman Özgüven
Foça: Gökhan Demirağ
Karabağlar: Sıtkı Kürüm
Karaburun: H. Serdar Yasa
Kemalpaşa: Rıdvan Karayalı
Kınık: Süleyman Kaya
Kiraz: İsmet Korkmaz
Menderes: Ergun Özgün
Menemen: Tahir Şahin
Narlıdere: Abdül Batur
Sefarihisar: M. Tunç Soyer
Selçuk: H. Vefa Ülgür
Torbalı: R. İsmail Uygur
Urla: M. Selçuk Karaosmanoğlu
Erdoğan’ın “Orayı istiyorum” dediği İzmir, daha önce söyleneni unutmadı. Deniz Baykal’ın İzmir mitingi öncesinde seçmenin nabzı tutuluyor, spiker soruyor; oyunuzu kime vereceksiniz? Kadın cevap veriyor; “Gavur İzmir Atatürkçü’dür, oyumu CHP’ye vereceğim.” Anlaşılıyor ki, İzmir o lafı unutmamış. İzmir, Atütürk için göğsünü gere gere “sevmiyorum O’nu ” diyen zihniyeti unutmamış, İzmir kendine “gavur” diyen başbakanı unutmamış!
29 Mart’ta televizyonun karşısına geçtim, seçim sonuçlarını takip ediyorum, İzmir’de oylar açıkara CHP lehine ilerliyor. Bakıyorum gururla memleketime. İzmir aydın şehirdir, kimsenin dolduruşuna, tehdidine gelmez, içim rahat sonuçlardan eminim ben zaten. Ve saat 22.00 teyzem arıyor, İzmir CHP’nin, Aziz Kocaoğlu garantiledi diyor. İstanbul’da Kılıçdaroğlu’nun, Ankara’da Karayalçın’ın çok az bir oy farkıyla kaybetmesi bile üzemiyor beni, doğruluyorum yerimden, almışısız İzmir’i diyorum yanımdakilere, “Helal olsun İzmir’e” diyorlar. Helal olsun diyorum; yandık ama aydınlandık yine!

26 Mart 2009 Perşembe

Sesleniş

Üzüm üzüm yeşeren inançlarıma her şafak vakti çöken karanlıklar bile yıkmamıştı beni. Çiçeklerimi nice baharlarda solduran arıya dahi gücenmemiştim oysa. Güneşi görmeden üzerime düşen ayışığına tek söz söylemeyip ilerledim mola verilmeyen bu dar istasyonlarda. Öyle ki, ne yanlış cümleler yanılttı beni, ne de bıçak yarası gibi saplanan sancılar ağlattı; ve hiçbir son bu denli koymadı bana, bu kadar yıpratmadı. Ateş düştüğü yeri yakmadı bu kez, ateş yüreğimi, yüreğimin sensiz coğrafyasını kavurdu. Dedim ya, hiçbir yanlış benim yanlışım olmadı senden önce ve şimdi de hiçbir doğru benim doğrum değil!
Kimi zaman kitap sayfalarında gördüğüm ismin dilimin ucua gelecek oldu, ıslak dudaklarım kilit vurdu dilime. Oysa kulağımda pas tutmuş sesini çoktan unuttum. Kapı ziline koştuğum günlerim de oldu, bir telefon sesi için sabahı beklediğim gecelerim de. Öyle ki, çoğu zaman uyumadı gözlerim ama bir kez olsun ağlamadı da sensiz! Hayır! Seni ne herhangi bir kadının nasır tutmuş duygularında yitirdim, ne de yalana bulanmış kızılca kıyamety şafağında. Ben seni benim olmayan yanlışlarda yitirdim, öfkelerde, en önemlisi de bir anlık hatalarda. Söyledim ya, hiçbir son senin gidişin kadar koymadı bana.
Ne söz verdiğin gibi sevdin beni, ne verdiğin sözleri tuttun. Ne ağlattın, ne güldürdün; bir tek söz bile söylemedin. Ne bezdirdin, ne yıldırdın; ama tozlu ayaklara çiğnettin beni, kirli ağızlara verdin ismimi; şimdi söyle, biz seninle böyle mi konuşmuştuk!

O gülüşü bir ben anlarım

Atılmış öykülerden çekip aldığın tüm ıslaklıklar ve özünden kopmayı göze alırcasına dışından içine kaçan o sıradışı kişiliğinin adına yazıyorum tüm bunları. Oysa birgün bir rastlantının öyküsünü yazdığın için şanslı hissetmeliydin kendini. Sadece o konuşsun diye susuşunun ardındaki isyanı okumuyor muyum sanıyorsun gözlerinde ve derinden derine iç çekişin… bir zanlı gibi yakalrken kendini ona hapsolduğun zaman aralarında, inkar edememen de bundan değil mi, gözlerindeki yeşilin tonu daha bir değişir o vakit, yüzündeki anlamsız gülüşü bir ben anlarım ama yine de…boşver!
Rastlantının rastlantısı mı korkuttuyor seni, ya da bir daha hiç rastlayamamak mı? Bu yüzden mi perdelerin kapalı tüm seyircilere ve sen kendince oluşturduğun bir fon eşliğinde oynuyorsun bu oyunu. Yoksa hala o gülüşü bir ben anlarım bunu bilmiyor musun?
Kaçıyorsun kendince! Nereye uzanıyor bu eller, kime çırpınıyor bu yürek? Yoo çocuk, sen bu mermi sığınağı, tehlikeli sevdayı taşıyamazsın, bu tokadı atamazsın suratından. Sen o kumral saçları unutmak zorundasın çocuk, süt beyazı badem kokulu teni. O gülüşü bir ben anlarım bunu bilmiyor musun?
Benzerini bilmediğim halde, ona bir benzer bulmaktan usanmadım hala, hala görmediğim gözlerine renk arıyorum, işittiği sesleri duyar gibi oluyorum bazen ve bendeki tek kanıtı ismini anıyorum. O sıralar tesadüf müdür bilmem, bir yağmur başlıyor şehirde. İliklerime kadar ıslanıyor düşüncelerim; nereyi aydınlatsam zifiri karanlık her yanım. Aç gözlerini artık, korkma rastlantıdan. Bırak dışından içine kaçmayı, bırak açılsın perdeler. Yoo, boşuna hırçınlaşma çocuk, sen benim kadar yalnızlığı tanımıyorsun, boşuna çevirme yüzünü, o gülüşü bir tek ben anlarım bunu bilmiyor musun?

25 Mart 2009 Çarşamba

İzmir'de kadın olmak...

Örselenmeden çocukluğu, genç kızlığı yaşamakmış, nerden bilebilirdim bir ayrıcalık olduğunu, sanırdım ki, tüm yaşıtım kızlar yakan top oynar geniş ara caddelerde kızlı erkekli, geniş balkonlarda kadınlı erkekli gruplar hep beş çayı içer, yanında kek ya da gevrek, peynir, domates, reçel yer ve keyifli sohbetler eder…
Bisiklete binmeyi hep babalar öğretir sanırdım kızlarına, "Hep önüne bak kızım, korkma! Çevir pedalları, korkma sakın, düşmezsin, arkanda ben varım!"
Amca, dayı, eniştelerle teyze, anne, hala, yengeler gibi çekinmeden sarılmanın da bir ayrıcalık olduğunu bilmedik, bizler akrabanın kadını ve erkeği olduğunu hiç öğrenmedik!
Bizlere taciz de olmadı belki de hep bu yüzden, tecavüz de!
Bizler babamızın göğsünden kıllar kopardık, acıyor, yapma kızım dese de, yataklarına gidip anne babamızın sabah saatlerinde, oynaşırdık işte! En çok ben severdim rahmetli babamın göğsündeki kılları çekmeyi, deri de gelirdi beraberinde, pıt diye çektiğimde kılını, deri yerini alırdı gerisin geriye, ben ise eğlenmenin doruğunda!
Babacığım çekme dedikçe çekesim gelir, çekme demesine rağmen az biraz kızar gibi olurdu, büyüdükçe anladım, canı acırdı, ama ne hikmetse anlık kızgınlık yerini güzelim masmavi gözlerinde sevgiyle bir ışıldamaya bırakır, yüzü yumuşar, güzelim bıyıkları neredeyse çek beni der, öyle yumuşak yani, bir eli hep üstümde olurdu!
Utandırılmadan kızlığından, kadınlığından bir armağanmış meğer! Biz bilemedik!
Her kız çocuğu annesi kadar babası tarafından da sevilir, destek görür zannettik!
……
Bizi utandırmadı ne ailemiz ne de komşularımız! Şişşttt! Girin içeriye de demediler! Balkonlarda oturan deneyimli insanlar sokaktan geçen yabancıların hal ve tavırlarından anladılar, bizi suçlamak yerine tavırları garip olan adamları sorguladılar, hayırdır, kimi arıyorsun, kimseyi aramıyorsan neden üç gündür buralarda dolanıyorsun tarzında…
Hırlılar, hırsızlar, namusa göz koyanlar böyle püskürtülürdü, kız sen açık giyindin ondan takıldı bu adam peşine hiç denmedi!
Ah gözünü sevdiğim İzmirlim!
……
Doğduğu, yaşadığı kent ile övünenleri hiç haz etmezdim, yıllar öncesinden bana deseler böyle bir yazı yazacağım, kafamı keserim de yazmam derdim!
Birileri damarına basıyor işte!
Damara basılmaları savuşturmayı da bilirim, hiç ciddiye almamak en güçlü tepkidir!
Ancak, susmak, bazen yanlış anlaşılıyor, sanki kabul gibi, sanki tepkisizlik gibi ve o edepten sakin olma hallerini birileri öyle bir kullanıyor ki, zıvanadan çıkabiliyor insan!
Buysa eğer, hiç uymasa da tarzıma, evet, bazen aynı dilde konuşmak gerek!
Gecenin üçünde tek başıma yürüdüğüm sokaklarda kaç ilde yürüyor kadınlar korkusuzca?
Kaç kadın ve erkek güveniyor karısına kocasına?
Ne ilgisi var demeyin, özgür yetişen kişiler özgürlükler içinde sevdiklerini seçerler, anne ve babaları bilirler ki dünyaya getirmekle mükelleftirler, evlatlarının seçtiklerine müdahale etmezler, ne başlık parası söz konusudur, ne de berdel! Gavur İzmir, iyi ki gavurdur ki, töre cinayetlerine de prim vermemiştir!
……
Ne din iledir işim ne siyasetle aslında, göğüslerim babamın göğüslerine yapışırken en ufak bir tereddüt duymadan sarıldık ya!
Anneme sarıldığımca…
Annemle de göğüslerimiz rastlaşırdı birbirimize!
Annem ve babam! Hiç sakınmadım ya hiçbir organımı beni var edenlerden, cinsiyetine göre!
Özel, güzel yetişmişim, nerden bilebilirdim, her genç kız böyle yetişiyor sanıyordum!
……
Sekiz yaşındaki kızına bisiklete binmeyi öğretse keşke her baba, korkma dese, ileriye bak!
Korkmasa babalar kızlarının ileriye bakmalarından!
……
İzmirlilik bu kadar özel midir?
Hiç bilmezdim!
Hiç de söylenmemişti bana!
"Bak değerini bil! Yaşıtın kızlar neler çekiyorlar!"
İzmirli olmamdan dolayı ne başıma kakıldı sahip olduklarım, ne de pembe gözlükler takıldı!
İzmir'de kadın olmak…
Kordon'da dolaşmak, yalnız başına…
Laf atılmadan, peşine adamlar takılmadan…
Tut ki birisi bir şey ima etti, başını çevirip gitmen yeterlidir!
İmbata savurur saçlarını İzmirli kadınlar, dekoltelerini de denize ve sevdiklerine açarlar, hiç umurlarında değildir, bilir misiniz, bir başkası üstüne mi alınır!
Üstüne alınanların problemidir, ne korkarlar ne yerinirler!
Bir bakış ile, bir duruş, en fazlası bir söz ile İzmirli erkekler halden zaten anlarlar!
Ne tecavüz, ne taciz!
İzmirli olmak bir ayrıcalıkmış, nereden bilebilirdim, her genç böyle yetişiyor zannetmiştim!
Gülgün Karaoğlu-Milliyet blog
"Ben haftanın en içten en güzel bloğu olarak buraya da aktarmak istedim:) ve özetliyorum; beni anlatır...:)

20 Mart 2009 Cuma

SEN...

En güzel günlerimin üç mel'un adamı var
Ben sokakta rastlasam bile tanımayım diye
En güzel günlerimin bu üç mel' un adamını
Yer yer tırnaklarımla kazıdım hatıralarımın camını..
En güzel günlerimin üç mel'un adamı var
Biri sensin, biri o, biri ötekisi..
Düşmanımdır ikisi.. Sana gelince...
Yazıyorsun.. Okuyorum.. Kanlı bıçaklı düşmanım bile olsa,
İnsanın bu rütbe alçalabilmesinden korkuyorum..Ne yazık!..
Ne kadar beraber geçmiş günlerimiz var
Senin ve benim en güzel günlerimiz..
Kalbimin kanıyla götüreceğim ebediyete ben o günleri..
Sana gelince, sen o günleri -kendi oğluyla yatan,
Kızlarının körpe etini satan bir ana gibi satıyorsun!.
Satıyorsun; günde on kaat, bir çift rugan pabuç, sıcak bir döşek ve üç yüz papellik rahat için...
En güzel günlerimin üç mel'un adamı var:Biri sensin, biri o, biri ötekisi...
Kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi...
Sana gelince...Ne ben Sezarım, ne de sen Brutus'sün... Ne ben sana kızarım ne de zatın zahmet edip bana küssün..
Artık seninle biz, düşman bile değiliz..
Nazım Hikmet

19 Mart 2009 Perşembe

Ali topu Agop'a at!

Bir kitap geldi dün... Kapağında "Ali topu Agop'a at" yazıyor. Bu, Hrant Dink'in günün birinde ilkokul kitaplarında okumayı umduğu cümleydi."İliklerime kadar Anadoluluyum" dediği şu topraklarda yok sayılmaktan dertlendiğinde "Ne var yani" derdi;"...hep 'Ali topu Ayşe'ye at' diye yazan şu alfabede Ali bir gün de Agop'a atıverse şu topu..."Katledilmesinden sonra açılan anı defterine, Asya adlı bir küçük kız bu cümleciği not etmişti; kanla yazılmış bir vasiyeti yerine getirir gibi..."Ali topu Agop'a at!"
* * *
Hrant anısına çıkarılan kitap, duruşmasının yapılacağı bugün piyasada olacak. Dostlarının, ailesinin onu anlattığı kitabı bir solukta okudum dün...Ayşe Önal, çocuklarının suikast haberini nasıl aldığını yazmış.Hrant'ın kızı Sera, Taksim'de arkadaşlarıyla dolaşıyormuş o gün... İçlerinden birinin telefonu çalmış. Açan kız, bembeyaz kesilmiş. Şöyle yazıyor Ayşe:"Sera arkadaşını bembeyaz bırakan haberin aslında kendi hayatını sonsuza dek değiştireceğini hissetti. İçgüdüsel olarak eli kendi telefonuna gitti. Babasını aradı. Telefon olağan çalıyordu. Derin bir nefes aldı. Az sonra babası, numarasını görüp onu arayacaktı. Ama arkadaşları onu bir taksiye bindirip Agos'a götürdüler. Tuhaf bir kalabalık vardı Halaskârgazi Caddesi'nde... Yerde birisi yatıyordu. Kalabalıktan geçip Agos'a girebilse, babasına yerde yatanın kim olduğunu soracaktı. Soramadı!"
* * *
Oğlu Arat, aynı dakikalarda Fındıklı'ya okuluna gidiyormuş. Telefonu çalmış:"Baban vuruldu" demiş birisi...Taksiyle hemen Osmanbey'e dönmüş."Tanrım, ne olur yaşıyor olsun" diye dua etmiş yol boyu...Taksiden inerken yeniden çalmış telefonu:Sera, "Babam öldü" diye haykırıyormuş. Arat babasına konuşuyor kitapta:" İlkokul çağımdayken bile arkadaşlarımın ağızlarını doldura doldura babalarından bahsetmelerinden hoşlanmazdım. Oysa senin hakkında anlatacak sağlam hikâyelerim vardı. İçimden 'Ulan benim babam var ya, benim babam' diye düşünür, ama ağzıma getirmez, sıramı savardım. Bir oğlun babasını anlatmaktan daha iyi şeyler yapması gerektiğine inandım hep... Biliyorum ki, sen de, babasını anlatan bir oğul olmamdan fazlasını isterdin, benim için... Oğullar babalarını yenmedikçe bir dünya nasıl ilerler? Katillerin aldıkları bir şey de çocukların, babalarını yenme hakkıdır."Babasının kameralar karşısında gözyaşlarına hâkim olamadığı günü anlatıyor sonra:"Başkaları gibi 'Maçayı dik tutmak lazım' diye düşünmeden, 'İşte babam' dedim o gün: '...işte babam... Çırılçıplak insan...'"
* * *
Bazı babalar yaşı geldiğinde oğullarını Karaköy'e götürürmüş ya..."Sen beni hiç kerhaneye götürmedin" diyor Arat... Hrant bir gün almış oğlunu, "Hadi yaşın geldi" deyip Türkiye'de her aydının yolunun düşeceği yere, Şişli Adliyesi'ne götürmüş."Hâlâ yargılanıyoruz" diyor Arat...
* * *
Ama bugün yargılayacak Hrant... Biz, bir güvercine kıymaktan yargılanacağız hep birlikte...Onu koruyamadığımız için, cenazesindeki barış havasını yaşatamadığımız için yargılanacağız. Resmi tarihçiler ırkçı bildirileriyle, katilleri övenler türküleriyle, telefon kaydındaki polisler sövgüleriyle yargılanacaklar. Ne yapsalar ölmeyen "çırılçıplak insan" ise, upuzun yattığı yerden seslenecek:"Bütün isteğim, alfabede yazacak bir kardeşlik cümlesiydi: 'Ali topu Agop'a at!"
Can Dündar

Cumartesi Anneleri

Namık Erdoğan Sağlık Bakanlığı'nda teftiş kurulu başkan yardımcısıydı. Bakanlıkta çeteler cirit atıyordu. Ambu­lanstan, ameliyat önlüğüne ve rönt­gen cihazına kadar iştah kabartan bü­tün ihaleler için birkaç şirket, bakanlığı baskı altında tutuyor, "bu büyük rantı başkalarına yedirmemeye" çalışıyorlardı. Namık Erdoğan ihaleleri ve dış alımları in­celerken usulsüzlüklere rastladı. Bakanlığın birkaç çete artığınca dolandırıldığını fark etti. Mücadeleye girişti. 1994 yılı Mayıs ayının 9. günü bakanlığın arkasından arabayla kaçırıldı. Yaptığı denetle­melere ilişkin evrak çantası da elindeydi. Aile­si ayağa kalktı ancak o gün hiçbir haber alına­madı, ertesi gün de... 12 Mayıs'ta Namık Erdoğan'ı Kızılırmak Nehri'nin kenarında buldular. Çantası yanında yoktu, ama kafasında iki kurşun vardı. Kamuoyu, bu "Kayıplar kentinin yakışık­lısını nice sonra, yeğeni Yılmaz Erdoğan'ın yazdığı bıçak tadında birkaç dize ile tanıdı: "Dokuzunda kayboldu mayıs'ın/cesedi bulundu/on ikisinde... Kaçırıldığında da/kaybolduğunda da/ve ce­setken de/yakışıklıydı... Amcamdı..." 1994, Türkiye'nin uğursuz yılıydı. Hükümet, hepten azgınlaşan terörle "anla­yacağı dilden" konuşmaya karar vermiş, ya­sayı, hukuku bir yana koyup kör bir savaşa gi­rişmişti. Adapazarı-Hendek-Sapanca arasına kurulan şeytan üçgeni ölüm kusuyor, muhalif gazeteler bombalanıyor, yargı önünde mahkûm edilemeyenler, "faili meçhul" cinayetlerle yok ediliyorlardı. Çetelere gün doğmuştu. Hem kendi bildik­leri yöntemleri konuşturuyorlar, hem de hi­maye görüyorlardı. "Kayıplar" sorunu da böyle doğdu.
20 Mart 1995 günü Hasan Ocak annesini arayıp, "Akşama yemek yapma, ben balık ala­cağım" dedi. Kız kardeşinin yaş günüydü. An­cak o gece balık da gelmedi, Hasan da... Gö­zaltına alınmıştı, ancak izi bulunamıyordu. Annesi Emine Ocak, günlerce 28 yaşındaki kuzusunu aradı. Bir mahkemede kalkıp hâkime "Oğlumu kimden sorayım" deyince gö­revli komiser, "Gel ben seni oğluna götüreyim" dedi. “Sağ mı? İnanayım mı..." derken içerde buldu kendini; "mahkemenin huzuru­nu bozmak"tan 60 yaşında, 19 gün hapis yattı. 55. günün sonunda gelen "meçhul" bir te­lefon, oğlunun gerçek adresini fısıldadı: Ha­sanın telle boğulmuş bedeni, kimsesizler me­zarlığında yatıyordu. Mezarı açtılar. Emine Ana, oğluyla kucak­laştı. İşte kayıp yakınları bu olaydan beridir her cumartesi, yarım saat için Galatasaray Lisesi önünde toplanmaya başladılar. Orada yalnız olmadıklarını fark ettiler; Hasanın ardından di­ğerleri gelmiş, sadece o yıl gözaltında kaybol­duğu iddia edilen insan sayısı 300'ü bulmuş­tu. Rakam büyüdükçe, Galatasaray'da topla­nanların sayısı da büyüdü: İsyanlarını içlerine gömüp, çevrelerini kuşatan polisten, ilgisiz gözlerle geçen kalabalıktan oğullarının, kızla­rının hesabını sordular. Suskunluklarıyla ko­nuşturdular bizi, oturarak ayaklandırdılar ve en küçük bir olay çıkarmadan dünya çapında bir eyleme imza attılar. Lâkin "kamu vicdanı'nın harekete geçmesi beklenirken, harekete geçen yine "kamu oto­ritesi" oldu. Yakınlarını yitirdikleri yetmezmiş gibi bir de itilip kakıldılar, tartaklanıp, içeri atıl­dılar.
Türkiye'nin sivil direniş tarihine geçecek ka­dar barışçıl olan bu eylemi, "Şemdin Sakık'ın düzmece karalamaları" da gözden düşüremeyince, sonunda güvenlik güçleri seferber oldu. Son iki haftada 157 kişi gözaltına alındı. Aralarında Emine ana da vardı. Bugün, eylemin 173. haftasında yeniden orada olacaklar. Siz, uzatmalı bir cumartesi sabahının keyfini yaşarken, onlar kaybettikleri fidanları için bir araya gelecekler yeniden... Bütün tahriklere rağmen ve dünyanın gözü önünde hırpalan­ma pahasına yine barışçıl yoldan ayrılmaya­caklar. Orada öyle sessizce oturup gözleriyle, çev­redeki ilgisiz kalabalığa ve hepimize seslene­cekler:
“Siz şanslıydınız, kaybolmadınız; ya vicdanınız?”
Can Dündar

aşkolsun çocuk!

"Aşk olsun aşk olsun aşk olsun sana çocuk aşk olsun
Acıyorsam sana anam avradım olsun
Elbette Türkiye'de en uzun koşuysa devrim
O onun en güzel en güzel yüz metresini koştu
İlk o fırladı lüverden en sekmez mermisiyle
En hızlısıydı hepimizin, en hızlısıydı hepimizin
İlk o göğüsledi ipi
Aşk olsun aşk olsun aşk olsun sana çocuk aşk olsun!
Acıyorsam sana anam avradım olsun, ama aşk olsun!"
Söz: Can Yücel
Müzik: Mazlum Çimen
Sözlerini Can Yücel'in yazdığı, müziğini de Mazlum Çimen'in yaptığı Edip Akbayram sesinden bu şarkı çocukluğumun kulaktan dolmalarındandır. Annemin bana kazandırdığı kaliteli müzik arşivimin arada kaynayan unutulan bir parçası bu. Küçükken Ahmet Kaya, Edip Akbayram, Fatih Kısaparmak'tan oluşan o çok değerli müzik arşivimiz Ahmet Kaya'nın PKK propagandası yapmasıyla annem tarafından imha edilmişti. Hepsini ben almıştım o albümlerin, oyuncaklarımın arasında kaldı birçoğu uzun süre. Şimdi diyorum ki, iyiki de almışım saklamışım onları. Bugünlere getirdiğimiz bu şarkılar meğer benim onlara küçükken yüklediğim anlamlardan çok daha farklıymış, hepsi birer Türkiye gerçeğiymiş! Ben bunu fark ettiğimde, Deniz'lerin idamının üzerinden yıllar ve yıllar geçmişti. Bugünkü ülke gerçekleri o güne döndü. Şimdi "düşünüp" de konuştuğum zaman cevap verebiliyorum kendime, "Ulan tabi adamları asacaklar, o günkü şartlarda öyle düşünen ve daha da önemlisi uygulayan adama şans verirler mi?!"
Bugün bakıyoruz, ee değişen ne olmuş? Hiçbir şey! Düşünceye kitakse devam ediyor hala. Hala, dil, din, mezhep ayrımları devam ediyor ve hala bu ülke kendinden başka "iyi", kendinden başka "dost" tanımıyor. Eee, ne oldu peki bugüne kadar? Ben söyleyeyim size, ülkenin başına gelebilecek en berbat başbakan asıldı ve ardından bir de itibar gördü, anıt mezar dikildi adına. Sonra, yangınlar, kıyametler, katliamlar oldu ülkede kimse sesini çıkarmadı, üzeri örtüldü hepsinin. Hemen ardından, aydınlar, gazeteciler bir bir katledildi ki, idam artık yasal değildi ülkemizde, "asmayalım, öldürelim o zaman" mantığı işledi.
Yıllar geçti, yollar aynı kaldı anlayacağınız. Ve biz aynı yolda yürümeye devam ediyoruz, tüm bu "işleyişe rağmen!" Acıyorsam size anam avradım olsun, ama bazen diyorum ki, aşk olsun çocuk işte aşkolsun:(

18 Mart 2009 Çarşamba

beyaz eşya esmerleşmemeli!

Güneri Cıvaoğlu
Beyaz eşya’ esmerleşse de…
10 Şubat Salı 2009
"TUNCELİ’DE seçmenlere “beyaz eşya” dağıtılması ilke olarak yanlış...Seçim öncesi televizyonlarda siyasi parti haberlerine ve konuşmalarına bile demokraside “adil rekabet” gereği “eşit süre” verilirken, devletin valisinin seçmene buzdolabı, çamaşır makinesi dağıtması sistemin özünü sabote ediyor. “Oyların satın alındığı” yorumlarına kapıları sonuna kadar açıyor.“Yağ, pirinç, şeker, makarna” derken tonlarca kömüre tırmanışta siyasi ulufe... 2009 seçimleri öncesi artık hiçbir sınır yok. Demokrasi tarihimizde görülmemiş bir fütursuzluktur bu. Nitekim YSK da “oy pazarı kuran” böyle bir uygulamayı haklı olarak yasakladı.Dinleyen kim! Usule uydurmak!GERÇİ ortada bir “usul” tartışması var ve orasından burasından çekiştiriliyor ama hadisenin özü değişir mi? Başbakan Erdoğan dağıtımı yapan valiyi tebrik ediyor. Vali de “Dağıtımı yasal fondan yapıyorum, yasaya ve usule aykırılık yok” diyor... Tarhan Erdem ise YSK’nın “re’sen yasak kararı alamayacağı” görüşünde... “Sadece yurttaşın şikâyeti halinde, seçim kurullarının dosyayı açabileceğini” söylüyor... Bunlar görünüşü kurtarmaya dönük söylemler. Öyle ya...“Fon” kimin yetkisinde?Vali, iktidar emrinde değil mi? Demokrasinin derisi yüzülürken, yaranın üstüne “usul” markalı şal örtmektir bu.Öte yandan, “karşı yorumlar” da yüzeyde kalıyor. Kılıçdaroğlu’nun doğduğu yöreye beyaz eşya dağıtımı, onun siyaset siciline “kendi kökünün olduğu topraklarda bile seçimi AKP kazandı” kaydının düşülmesini hedefliyormuş. “Tümüyle hesap dışı” diye bir iddia olamaz ama sanıyorum, bu Kılıçdaroğlu figürünün de yer aldığı asıl “büyük resmi” görebilmek daha önemli.Makas değiştirmekİŞTE burada yukarıdaki satırlardan ayrılıyorum. Büyük resimde “AKP’nin Güneydoğu’da seçimleri DTP’ye bırakmamak” stratejisine odaklandığını algılıyorum.DTP’nin, “Türkiye değil bölge partisi” ve “Kürt kökenlilere endeksli” politikaları ve söylemlerine meydan boş bırakmamalı. DTP’nin Güneydoğu’da oyların ve belediyelerin çoğunluğunu ele geçirmesi, Türkiye’nin bütünlüğünü sürdürebilmesi için potansiyel tehlikedir. Ne yazık ki, yörede DTP karşısında tek siyasi parti AKP. PKK rüzgârının yelkenlerini cömertçe doldurduğu DTP’nin yolunu, sadece AKP kesebilir. O nedenle AKP de Güneydoğu’ya yükleniyor. Sanıyorum Tunceli’de “beyaz eşya dağıtımı” deneme bağlamında bir ilk... Arkasının Güneydoğu illerinde de süreceğini düşünüyorum. Yörede yapılan röportajlarda verilen cevaplar, AKP’nin beklediği seslerinin geldiğini gösteriyor. Daha önce de bu köşede yazmıştım. AKP’yle yollarım ayrıdır ama Güneydoğu’nun bir ilinde, sözgelişi Diyarbakır kütüğünde kayıtlı olsam bütün bu nedenlerle oyumu AKP’ye verirdim.DTP’nin Kürt eksenli politikasına karşılık “AKP’nin din tabanlı” ve “beyaz eşya” seçim promosyonlu politikası karşı karşıya. Keşke üçüncü seçenek olsaydı... Keşke demokrasi irtifa kaybetmeseydi. Ne yazık ki “keşke” demekle olmuyor.Sonuçta iki eşit yanlışlık arasında, AKP’ye, tek gözümü kapatabiliyorum.“Beyaz eşya”nın rengi esmerleşse de..."
Güneri Civaoğlu'nu aşağı yukarı hepimiz tanıyoruz. Benim bildiğim Civaoğlu, "Şeffaf Oda"sında oturup böyle kayıtsızca bakmazdı olaylara ve durumlara, o yüzden e-mail adresindeki doluluk nedeniyle kendisine ulaştıramadığım cevabımı burada yayımlıyorum ki, Sayın Civaoğlu gibi düşünen kişilerimiz varsa, aslında madalyonun öbür tarafından da bakılabileceğini anlasınlar!
Öncelikle, AKP’nin Güneydoğu’da seçimleri DTP’ye bırakmama stratejisine odaklandığını algılıyorum” demiş Civaoğlu. Bu konuda kısmen katılıyorum kendisine; ancak “Ne yazık ki, yörede DTP karşısında tek siyasi parti AKP” diyor. Hayır! Neden mi?: Çünkü Tunceli gibi Alevi nüfusunun çoğunlukta olduğu bir ilde DTP’nin karşısında tek parti AKP değildir. Şöyle ki, 2002 genel seçimlerine bakıldığında Tunceli’de toplam 57 bin civarındaki seçmenden 42 bini oy kullanmış ve bunların da ortalama 41 bini geçerli sayılmıştır. Bakın şimdi oy oranına:
*Dehap bu oyların, 13 bin 470’ini almış
*CHP ise, 10 bin 188’ini almıştır.
*Geri kalan oylar ise, etnik kimlik çeşitliliğinden kaynaklandığını düşündüğüm nedenle, diğer partilere dağılmıştır.
Bunun yanında, Tunceli’nin Ovacık, Pülümür, Hozat gibi alevi kimliğinin çoğunlukta olduğu ilçelerinde seçmenlerin çoğunun, oyunu CHP’den yana kullandığını görüyoruz. Bu genel tabloya bakıldığında ve aslında Tunceli’nin düşünüldüğü gibi, kürt kökenli vatandaşların ağırlıkta olduğu bir il olmadığını da varsayarsak, (Kürt kökenli vatandaşların sayısını nüfusa endekslersek, yüzde 2-3’ü geçmez çünkü) benim naçizane fikrim, Tunceli’de DTP'nin karşısındaki parti de AKP değildir. Zaten benim tanıdığım Tunceli halkı da AKP’ye oy vermez!
Gelelim şimdi bir başka konuya; çoğu eğitimden yoksun bu halkın, yıllarca mezhep ve köken nedeniyle ezildiği de düşünülürse, hatta “kürt mü, tu kaka” anlayışıyla yaklaşan zihniyetler de göz önünde bulundurulursa, bu insanların DEHAP ya da DTP’ye oy vermesinden başka ne bekleyebilirsiniz ki?
Sorunu içimizde çözmeliyiz; artık düşünmeden yaptığımız ayrımların, koyduğumuz keskin sınırların farkına varmalıyız.

70 yıl önce Dersim'de n'oldu?

Hasan Cemal
Resmi tarihin yazmadıklarını yazmak üzerine...
20 Kasım Perşembe 2008
Aşağıdaki yazıyı lütfen sonuna kadar okuyun. "Dersim'38'in üzerinden 70 yıl geçti. Resmi rakamlar sayı olarak 12 bin deseler de, genç-yaşlı-çocuk ayırt edilmeksizin öldürülen insan sayısının 70 binden az olmadığı söylenmektedir.Katliamdan sağ kurtulan Dersimliler, katliam yıllarında neler olup bittiğinin ayrıntılarını hiçbir zaman tam olarak anlatmadılar, anlatamadılar.Katliamı ağıtlara konu ettiler.Ve Dersim '38, 70. yıldönümünde hâlâ kanayan bir yaradır. Dersimliler, hiçbir zaman bu olaydan dolayı başka halklara, Türk halkına düşman olmadılar. Yüreklerinde tanımsız bir acıyı bütün sıcaklığıyla her zaman yaşasalar da bunu bir kin ve nefret konusu haline getirmediler. Fakat katliamdan sonra da yürütülen bütün sistemli asimilasyon politikalarına rağmen bu olayı asla unutmadılar. Avrupa Parlamentosu bünyesinde bir konferans gerçekleşti ve herkes gibi ben de bu konferansı basından takip ettim. Türkiye basınında yer alan tepkiler, bu ülkede düşünce ve ifade özgürlüğünün ne denli büyük bir tehdit altında bulunduğunu bir kez daha gösterdi.Avrupa Parlamentosu üyesi olmayı hedefleyen bir Türkiye var ve aynı Türkiye bu çatı altında kendi toprakları üzerinde yaşanmış bu büyük trajedinin gündeme getirilmesine ve tartışılmasına tahammül edebilmeli.Kendi geçmişini sorgulamayan ve bu sorgulamanın gereğini yapmayan bir ülke, bir halk ve düşünce asla özgür olamaz. Peki, Dersim’de 1937–38 yıllarında neler yaşandı?Dersim bu katliama dili, kültürü, inancı nedeniyle uğradı. Bu değerlerini bugün de sahiplenmeye devam ediyor ve varlığının inkâr edilmesine karşı duruyor. Türkiye’de rejimin Kürt ve Alevi sorunu konusundaki inkârcı zihniyet ve tutumunu sürdürmekteki ısrarı, yüreklerimizdeki Dersim '38 yarasını daha da kanatmaktadır. Türkiye’deki rejimin Cumhuriyet tarihi boyunca uyguladığı katliamlarla yüzleşmekten kaçınması, bir demokrasi ve özgürlükler çağı olması gereken bu çağda, hâlâ farklı dillere, kültürlere, inançlara düşmanlık yapması sorununu doğurmaktadır. Türkiye’deki rejimin Dersim '38'le yüzleşememesi, katliama karşı direndiği için asılarak katledilen Seyit Rıza ve arkadaşlarının naaşlarını ne yaptığını dahi açıklamaktan kaçınması, nasıl bir rejim ve zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu gözler önüne sermektedir.Bizler, Türkiye Cumhuriyeti devletinden, Dersim '37–38’ de neler olduğunu bütün açıklığıyla itiraf etmesini istiyoruz ki bunu istemek bizim hakkımız.Yine yakılarak külleri havaya savrulan Seyit Rıza ve yedi yoldaşının naaşlarına ne yaptıklarının açıklanmasını istiyoruz. Ancak bu şekilde hayatımızın bu kâbustan kurtulacağına ve rahat bir nefes alabileceğimize inanıyoruz.Dünyada çağdaş bir demokrasi inşa etmiş bütün ülkeler kendi tarihleriyle yüzleşmişlerdir. Türkiye’nin tam ve gerçek bir demokrasiye geçebilmesinin olmazsa olmaz şartının kendi gerçekleriyle yüzleşmek olduğunu göstermektedir. 1937–38 yılları arasında Dersim ’de bir insanlık suçu işlenmiştir. Kürt ve Alevi kimliğinden dolayı Dersim, katliama dayalı ve asimilasyoncu politikalarla yok edilmek istenmiştir. Dolayısıyla hiç kimse bizden bu gerçekleri unutmamızı ve unutturmamızı beklemesin. Bu günün anısına, Seyit Rıza'nın idamı öncesinde söylediği şu sözleriyle bitirmek istiyorum:'Evlâd-ı Kerbela’yız, bîhatayız. Ayıptır, zulümdür bu, katliamdır.' Dersim’in 70. yıldönümünde; zulüm ve katliamların olmadığı, kardeşçe barış içinde yaşanılır bir Türkiye dileğimle..."
* * *
Biraz kısaltarak köşeme aldığım bu yazı benim değil.Ferhat Tunç'un. İmzasını sanatçı-aktivist diye atan Ferhat Tunç'un 17 Kasım 2008 tarihli Taraf gazetesinin 16. sayfasında çıkan bu yazısını okuduktan sonra bir noktayı bir kez daha belirtmek istiyorum. Tarihimizi, 'resmi tarih'e bırakmadan öğrenmek zorundayız; yoksa bu topraklarda barış ve huzuru, demokrasi, hukuk ve özgürlükler düzenini yakalamak çok zor olacak.Gerçek tarihi öğrenmeden, birbirimizin acılarına saygı göstermeden, bu acılı tarihi serbestçe tartışıp yerli yerine oturtmadan, "Ya sev ya terket!" zihniyeti, trajediye bir türlü doymayan bu toprakları terk etmeyecek çünkü...

17 Mart 2009 Salı

Deniz gibidir gökyüzü

Deniz Gezmiş, 28 Şubat 1947'de Ankara'nın Ayaş ilçesinde doğdu. Dedeleri İkizdere, Rize ilçesine bağlı Cimil köyündendir, kökleri Konya'dan bir vesile ile göç etmek zorunda kalmış Oğuzlara dayanır. Babası Erzurum, Ilıca nüfusuna kayıtlı ilköğretim müfettişi Cemil Gezmiş, annesi ise Erzurum'un Tortum ilçesinden ilkokul öğretmeni Mukaddes Gezmiş'tir. Ailenin üç erkek çocuğundan ikincisidir. Ağabeyi Bora Gezmiş, hukuk fakültesinden ayrılıp bankacılık yapmıştır. Hamdi Gezmiş ise, mali müşavirdir.
Gezmiş, öğretmen bir ailenin çocuğu olması sebebiyle ilk ve ortaöğrenimini Sivas'ta, liseyi İstanbul'da okudu. Henüz lise öğrencisiyken sol düşünceyle tanıştı ve kendini dönemin eylemleri içinde buldu. İstanbul Üniversitesi'nin 12 Haziran 1968'de işgaline önderlik etti. İşgal konseyi adına üniversite senatosu ile Baltalimanı'nda yapılan görüşmelere katılan öğrenci heyetinin içinde yer aldı.
1 Kasım 1968'de TMGT, AÜTB, ODTÜÖB ve DÖB'ün başlattığı Samsun'dan Ankara'ya Mustafa Kemal Yürüyüşü'nü düzenledi.
16 Mart 1971'de Ankara'daki Balgat Amerikan Üssü'nden dört ABD'li erin kaçırılması eyleminde bulundu. Bu eylemden sonra, Sivas'ın Gemerek ilçesi girişinde yakalandı.
Siyasi tarihimizin diğer idamlarından daha farklıydı aslında onların serüvenleri. Hiçbir kitapta yargılanma süreçleri diğerleri gibi, "tatil köyü" ismi misali anılmadı. Onlar, ayaklarının altındaki tabureyi bile kendileri itebilecek kadar cesur durdular ölüme. Kimse bugün, onların isimlerini sokağa, caddeye, havaalanlarına, ülkenin bilumum ayak basıldık yerlerine vermedi belki ama onlar hep sokaklarda, meydanlarda vardı her birimizin ruhunda. "Yaşasın Türk-Kürt kardeşliği"diye ölüme gitmekten korkmadı Deniz; uğrunda öldü!
"Görmek istersen Deniz'i yukarıya çevir yüzü
Deniz gibidir gökyüzü..."

İçimde "aşk" kaldı

Tavşan dağa küsmüş dağın haberi bile yoktu aslına bakarsanız. Düşkırıklarıma sebep olan nedenler birer birer hayatımın her noktasına değip geçerken, ben kendimi suçlamaktan öteye gidememiştim. Tecrübesizdim o zamanlar ya da aptallık deyin, nasıl isterseniz; ama yanlış giden bir şeyler vardı işte ve bugünkü aklımla düşünüyorum da, bu kadar basit tanımlamamalıydım yaşadıklarımı; “yanlış!”
Hataya başladığım nokta, onunla paylaşımdı. Hatalar ders almak içindir der büyüklerimiz. Ben ders almak bir yana, bir de aileme bu durumu kabullendirmek istedim. Büyük şehrin taşra kızıydım ya ve belki de hiç oynamadığım bir oyuna heveslenmiştim. İlk zamanlar güzel aşk oyunlarımız vardı, sonra oyunbozanlık yaptı içimizden biri. Defalarca bu ilişkiden dönmek istedim her seferinde yeniden başladık ama. Ya da ben öyle sanmıştım, aslında oyunun sonunu getiriyorduk kendi ellerimizle. İlk kavgamızı hatırlıyorum; bir kitabevinin hemen yanındaki köşeyi dönüyorduk, daha sonraları defalarca tekrarlanacak kavgalarımızı çıkaran aynı nedenden dolayı sert bir tartışmaya girmiştik. “Ben gidiyorum” dediğimde, “git” deyip arkasına bile bakmadan yürümeye devam etmişti; ve yine çok sonraları defalarca yaptığım gibi, aynı şeyi yapmıştım, geri döndüm. Şimdi aklımdan geçiyor birer birer, eve taşınmaya çalıştığı o günlerde birlikte evi nasıl temizlediğimiz, benim o ev için marketlerde “param olursa” diye başlayan cümlelerle nasıl aksesuar beğendiğim… Bunları hiç mi düşünmemişti bana ihanet ederken?
Evime döndüm. Herkesin yapamayacağı şeyi yaptım belki de. Yeni bir yaşama, yarım bıraktığım kendi hayatımdan başladım; annemin ve babamın yanından! Demişlerdi ki, nereye gidersen git o düşünceler ve geri kalan her şey seninle gelecek. Ama hiçbir sokak ve hiçbir insan bana onları hatırlatmayacaktı artık. Odama döndüm, tek penceresi komşu apartmana bakan ama o pencereden dışarı ne zaman baksam bana en güzel anılarımı hatırlatan odama… İlk günlerde zorlandım elbet. Bazen sessizce çekilirdim odama, bazen kahkahalarıma insanlar da şaşırırdı, bazen konuşurdum ama içimden kopar gelirdi haykırışlar. Sonra kendime yeni uğraşlar buldum. Hayata yarı tutunmuş yarı kırgın tanıdım onu da. Şimdi sorsanız hiçbirini yaşamak istemezdim açıkçası. Ders olsa da ağır tecrübelerdi. Canımı yaktı birçoğu. Hala tanımadan düşman olduğum insanlar vardır ama biliyor musunuz, ben hala başka şehirleri gezmeyi seviyorum. İçimde ise İstanbul’a söyleyemediğim bir aşk kaldı.
İzmir’de olduğum dönemlerde huzurluydum ve güvendeydim. Ama kimseye anlatamadığım bir eksiklik yüreğimi kemiriyordu sanki. Telefon rehberinde bıraktığım yedi sekiz arkadaşımı özler olmuştum. Gezdiğim yerleri, sabahları martı sesleriyle uyanmayı… Sorsanız gitmeye hazır mıydım, belki hayır! Fakat özledim işte. Hala dönemem, hala baktığım yerde acılarımı görürüm diye korkuyorum, dönmeye cesaret edemiyorum. Ne zaman unutacaksan, o zaman dönersin diyor kimileri. Sanki hiç dönemeyecek gibiyim!

16 Mart 2009 Pazartesi

Eğer...


"Eğer ; Sarı-Kırmızı bir renk uğruna düşmüşsen, dünyanın tüm yollarına ... Bu formayı karşılıksız sevmişsen... Annen gibi...Baban gibi...
Bu Armaya bağlıysan, balın peşindeki arı misali...
Karakışlarda terketmediysen , daha da çok sarılmışsan O'na...
Hiçbir şey beklemeden koşmussan yanına..
Onbinlerin arasında, tek başına kalıp zülme uğradığında bile, asla yalnız yürütmediysen O'nu.. Herkesin sustuğu, rakiplerin coştuğu , en ümitsiz anlarda haykırmışsan sevgini ölümüne...
Bir pideyi , bir ayranı bölüşüp hayatı paylaşmışsan tribünlerle...
Ona göre ayarladıysan evrenin tüm saatlerini... Adamışsan ömrünü, yüreğini, servetini ...
Herkes aile, sevgili için zevk-ü sefaya, sen en zor şartlarda O'nun için cefaya gidiyorsan ... Karanlıkta mum olmaya, uğrunda erimeye hazırsan...
Onu yaşıyorsan her an... Gurbet ellerde adı bile hasretten kalbini yakıyorsa ...
Her şey onsuz eksik, her şey tatsız, herşey yarım kalıyorsa...
En acı mağlubiyette gururla takıyorsan atkını...
Tarifsiz bir kederde bile inadına dalgalandırıyorsan bayrağını...
Hezimette dahi, için parçalansa da, başını eğmiyorsan öne, dik, dimdik yürüyorsan mahallende... Onunla gülüp, onunla ağlıyorsan...
Golleri yaşamına değer katıyorsa.. Öfkelenmek, sevinmek, üzülmek Onunla ortaksa
Tek daim sevdan O'ysa, alnına ve kadere yazılmışcasına...
Huzur buluyorsan, mutluluk duyuyorsan, yanında her anında..
Yaşamın anlamı; ölüm Allah'ın emri senden ayrılık olmasa ; diyorsan...
Aslan gİbi kükrüyorsan, ırmaklar gibi coşuyorsan, zaferlerinde...
Şarkılar, besteler söyluyorsan çocuklar gibi her yerde...
Herkes senin bu aşkını biliyorsa... Vazgeçmeyeceksen hiç bir şartta...
Bildiğin tüm yollar O'na çıkıyorsa... Onsuz nefes alamıyorsan...Sen ... TARAFTARSIN...
Sen de bizim gibi sıradan bir GALATASARAY'lısın...
Edip GÜRMAN(ULTRASLAN)"

Edip abi'den "Galatasaraylı olmak ayrıcalıktır!" sözünün tercümesi:)

hayat böyle bir şey


“Kocam bir mühendisti. Onunla sakin tabiatını sevdiğim için evlenmiştim. Bu sakin adamın göğsüne başımı koymak içimi nasıl da ısıtırdı... Gel gör ki, iki yıl nişanlılık ve beş yıl evlilikten sonra bu sakinlik beni yormaya başlamıştı. Eşimin -bir zamanlar çok sevdiğim- bu özelliği artık beni huzursuz ediyordu. İş ilişkiye gelince oldukça içli, hatta aşırı hassas birkadınım. Romantik anlara, küçük bir çocuğun şekere düşkünlüğü gibi canatıyorum. Oysa kocamın sakinliği, başka bir deyişle vurdumduymazlığı, evliliğimize romantizm katmaması beni aşktan almış, uzaklaştırmıştı. Sonunda kararımı ona da açıkladım: boşanmak istiyordum. Şaşkınlıktan gözleri açılarak "niye?" diye sordu. "Gerçekten belli bir sebebi yok" dedim, "sadece yoruldum."Bütün gece ağzını bıçak açmadı. Düşünüyordu. Bu hâli ise hayal Kırıklığımı daha da artırmaktan başka bir işe yaramıyordu:
işte, sıkıntısını dışarı vurmaktan bile aciz bir adamla evliydim. Ondan ne bekleyebilirdim ki! Sonunda sordu: "seni caydırmak için ne yapabilirim?" Demek ki söyledikleri doğruydu; insanların mizacı asla değiştirilemiyordu.
Son inanç kırıntılarım da kaybolmuştu."İştemesele tam da bu" dedim. "Sorunun cevabını kendin bulup kalbimi ikna edebilirsen kararımdan vazgeçebilirim." "Diyelim dağın tepesinde bir uçurum kenarında bir çiçek var. O çiçeği benim için koparmak, düşüp vücudunun bütün kemiklerinin kırılmasına, hatta ölümüne mâl'olacak. Bunu benim için yapar mısın?" Yüzümü dikkatle inceledi ve "Sana bunun cevabını yarın vereceğim"dedi. Bu cevapla son ümidim de yok olmuştu. Ertesi sabah uyandığımda evde yoktu. Boş bir süt şişesini mutfak masasının üzerine koymuş, altına da bir not bırakmıştı. "Sevgilim" diye başlıyordu,
"O çiçeği senin için koparmazdım" Kalbim yine kırılmıştı. Okumaya devam ettim.
"Çünkü her zaman yaptığın gibi bilgisayarın altını üstüne getirip çökerttikten sonra monitörün önünde ağladığında, onu tekrar düzeltebilmem için ellerime ihtiyacım var."
"Anahtarları her zaman evde unuttuğunu bildiğimden, senden önce eve varabilmem üzere koşmam gerektiğinden bacaklarıma ihtiyacım var."
"Arabayı kullanmayı çok sevdiğin halde şehirde hep yolu kaybettiğinden, yolu gösterebilmem için gözlerime ihtiyacım var."
"Evde oturmayı sevdiğinden, içe kapanıklığını dağıtmak, can sıkıntını hafifletmek üzere sana şakalar yapabilmem, hikâyeler anlatabilmemiçin ağzıma ihtiyacım var."
"Sabahtan akşama kadar bilgisayara bakmaktan gözlerinin bozulması kaçınılmaz olduğundan, yaşlandığımızda tırnaklarını kesebilmem, saçlarındaki-görülmesini istemediğin- beyaz telleri ayıklayabilmem, merdivenlerden aşağı inerken elini tutabilmem, çiçeklerin renginin gençliğinde senin yüzünün rengi gibi olduğunu söyleyebilmem için gözlerime ihtiyacım var."
"Ama seni benden daha fazla seven biri varsa, evet o uçuruma gidip o çiçeği senin için koparırım birtanem."
Baktım, mektuptaki yazının mürekkepleri yer yer dağılıyordu. Gözyaşlarım mektuba düşüyordu.
"Mektubu okuduysan ve kalbin ikna olduysa lütfen kapıyı aç canım. Çok sevdiğin susamlı ekmek ve taze sütle kapıda bekliyorum."
Koşarak kapıyı açtım. Endişeli bir yüzle ve ellerinde sıkıcatuttuğu susamlı ekmek ve sütle kapının önündeydi.
Artık çok iyi biliyordum: beni ondan daha çok kimse sevemezdi. O çiçeği uçurumun kenarında bırakmaya karar verdim. Bu gerçek aşktı.
İlk yıllardaki heyecanlar içinde görmeye alıştığımız aşkın, seneler sonra o heyecanlar kaybolup gittiğinde, huzur ve durgunluk içinde de hep varolmaya devam ettiğini göremeyebiliyoruz. Oysa aşk hep vardır. Belki artık heyecansız, belki artık romantik değil... Belki sıkıcı, tekdüze, hatta belki yüzsüz... Ama hep oralarda biryerdedir. Çiçekler ve romantik dakikalar ilişkinin başlaması için elbette gereklidir. Bir zaman sonra bunlar gitse de gerçek aşkın sütunu ebedi kalır.
Hayat tam da böyle bir şeydir.”

Kızılırmak boylarında bir şehir


Toplandılar birbir güruh sürüleri tatbik edildi
Ata izleri yandı otuzyedi canın gözlerine
Güzel oynandı oy madımak!

Aziz Allahsızsa bundan kime ne
Tanrı yaratmadı mı onu cihane
Otuzyedi canım buna bahane
Ne güzel oynandı oy madımak

Çetiniyim der ki, bir gün divan kurulur
Haklı haksız gelir orada sorulur
Yirminci yüzyılda insan mı yakılır?
Ne güzel oynandı oy madımak...

2 Temmuz 1993'te yakıldılar, yüzde 90'ının Müslüman olduğunu iddia ettiği, ancak insan olduklarını ispatlayamadıkları ve asla da ispatlayamayacakları bir ülkenin Kızılırmak'a dönük yüzünde! 37 can! Diri diri yakıldılar, suskun gözlerin ardında, sessiz çığlıklara kulak verilmeden, "Bırakın yansın kafirler" çığırtkanlıkları arasında diri diri can verdi "37 can!"
...Ve hala silinmedi "ülkemin" kara lekesi!..
ayıbınızı, ayıbımızı yıkayalım!

12 Mart 2009 Perşembe

Laterna




















Sokağın başındaki köşede, elinde gitar olurdu çoğu zaman
Kendinden geçercesine vururdun tellere
Benim şarkım yankılanırdı dudaklarında
Sözleri sanki benim için söylerdin
İşten dönüşte görürdüm seni, elinde gitarla dururdun çoğu zaman
Ben uykusuz olurdum sen hep durgun,
Dudaklarında benim şarkım, sessiz ve yorgun…
Yanıbaşında saçlarına ak düşmüş bir kadın
Arasıra göz göze gelirdiniz
O laterna çalardı sen ona bakardın,
Arasıra birleşirdi elleriniz
Ben onu annen sasnırdım, saçlarına ak düşmüştü kadının.

Uzun uzun çevrilirdi kolu laternanın
İnce bir müzik sesi alırdı sokağı
Sen gitarınla eşlik ederdin, bir tabure olurdu altında
Sessizce gözlerini izlerdim.
Bir zaman duyulmadı sesi laternanın
Susumuştu gitarın gözlerin solgun,
İşten döndüğüm saatlerdi hatırlıyorum, beklerdim
Laternanın sesi kulağımda köşeyi dönerdim.

Sonra uzun zaman duyulmadı sesi laternanın
Ve artık sarmıyordu müzik bu eski sokağı
Duruşun yordundu bakışın ise kırgın,O an anladım ki, laterna olmadan vurmuyor telleri gitarın.

11 Mart 2009 Çarşamba

böyle olur yaşadığımız şehirler!




Can Dündar- Ada
Bana şehrimi anlat baba!
Oğlumla şehir turuna çıktık geçen gün... Baba olmadan önce okuduğum kitaplar, “Ona yaşadığı kenti gezdirin. Mekân bilinci kazansın” diyordu.Ben de şehrimizi en yalın, en zalim haliyle tanıtmak istedim.Bahçelievler’den başladık gezmeye...15. Sokak’a girdik; “Bak” dedim, “TİP’li 7 gencin boğazlandığı yer burası...” “TİP ne baba?” diye sordu.“Sosyalizmi Meclis’e sokan parti” dedim; “Onları yok ederek Meclis’i çare olmaktan çıkarıp sözü silaha verdiler.” Bahçeli’ye gitmişken Prof. Muammer Aksoy’un evinin yerini de gösterdim. Anlattım:“Bir hukuk abidesiydi Muammer Hoca... Bizim okulda Anayasa Hukuku dersi verirdi. Çalıştığım dergiye de yazardı. Bir ocak günü bu evin önünde kurşunlayarak öldürdüler.”* * *Aksoy’un cenazesini anlatarak Gaziosmanpaşa’ya tırmandım: “Cenazede en önde Uğur Mumcu yürüyordu” dedim:“Hocasından 3 yıl sonra, yine bir ocak günü onu da evinin önünde katlettiler. Mesleğimizin en iyisiydi. Karlı Sokak’a koşup geldiğimde arabası paramparçaydı.”Karagöz Sokak’tan geçerken de Bedrettin Cömert’i yâd ettik: “Sanat tarihçisiydi. Onu da eşiyle arabasında vurdular. Kitapları hâlâ durur bende. Okuruz eve gidince...” Dönerken Bahriye Üçok’un evinin önünden geçtik:“Yiğit kadındı Bahriye hoca... Laikliğin kararlı bir savunucusuydu” dedim oğluma; “Bir kez programımıza konuk olmuş, sürekli tehditler aldığını anlatmıştı.” Bahçesinde kocaman çam olan evi gösterdim; Bahriye Üçok’un, açtığı bombalı paketle parçalanıp çoğaldığı o ekim gününü anlattım... Gördüğüm manzarayı tarife dilim varmadı.* * *Kan izlerini takip ederek barut kokulu bir güzergâhtan yürüyorduk sanki... Bastığımız toprak hâlâ sıcaktı.Azıcık kazsak, kanayacaktı.Kızılırmak’a geldik. Savcı Doğan Öz’ü anlattım oğluma: Bugün herkesin peşine düştüğü örgütü 30 yıl önce saptamış, peşine düşmüştü. O da arabasının ısınmasını beklerken öldürülmüştü. Yaşasa, kontrgerillayı açığa çıkarsa, bugün kimler hayatta, kimler hapiste olurdu, Türkiye nasıl bir yer olurdu kim bilir... Bu düşüncelerle, döndüm Ümitköy’e:“Bak burası da hocam Ahmet Taner Kışlalı’nın evi... Yıllarca birlikte çalıştık. Dünyanın en zarif, en kibar, en yılmaz insanlarından biriydi. Bir perşembe sabahı, arabasında bomba patladığı, ağır yaralandığı haberini almıştık. Hastaneye vardığımızda öğrenmiştik acı haberi...”* * *Haftaya da mesireleri gezeceğiz. Gölbaşı’na, Çiftlik’e, Söğütözü’ne gideceğiz. “Burası kayıp silahların gömüldüğü yer... Burası faili meçhul cesetlerin arandığı yer” diye anlatacağım oğluma... O silahları gömenlerle, vahşice öldürülenler arasındaki ilişkiden söz edeceğim.Bizim memleketin şehir turu böyle olur işte... Yol haritanız, durakları kanla işaretlenmiş bir kederli anılar atlasıdır. Uğur Mumcu Caddesi’nde, Ahmet Taner Kışlalı Parkı’nda gezdirirsiniz çocuklarınızı... Salladığınız salıncağın altı silah deposu, yanı ceset tarlasıdır.Eceliyle ölmez kahramanlarınız... Tarih, kitapta değil, sokaktadır.