9 Kasım 2009 Pazartesi

ATA'yı minnet, sevgi, saygı ve tarifsiz özlemle anıyoruz...





















Yatağın hemen karşısında duran tabloya takıldı gözü… İrkildi, yanıbaşındaki Afet İnan’a döndü, “Gidelim buralardan” dedi, “Selanik’e gidelim Afet. Ben iyileşeyim, oralara dönelim!”…
11 Kasım 1938 tarihli Tan Gazetesi haberi şu şekilde duyurmuştu: “Babamızı kaybettik!”
Atatürk öldüğünde, Türk halkına yeni bir yurt, yepyeni bir düzen ve koskoca bir Cumhuriyet kazandırmıştı.
Bakın sonrasında n’oldu?!
2002 yılında iktidara gelen Ak Parti hükümeti bu ülkedeki laiklik karşıtı görüşlerin ilki değildi. 1950 yılında CHP’nin 27 yıllık iktidarına son veren Demokrat Parti (DP) döneminin bu anlamda en belirgin olayı, dönemin başbakanı Adnan Menderes tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde sarfedilen sözler oldu; “Siz isterseniz hilafeti geri getirebilirsiniz.”
Ardından Özal döneminde devam eden bu din ve devlet işlerinin bir türlü birbirinde ayrılmaması skandalı, Necmettin Erbakan’ın “öküz öldü ortaklık ayrıldı” naralarıyla dizinin dibinden ayrılan Ak Parti (AKP) hükümetiyle devam etti. Zamanında, Erbakan ve Fetullah Gülen’in himayesinde laikilik karşıtı sözlerle beslenen “müridler”in kurduğu AK Parti, bugün hala bu eylemlerin odak noktası.
Üstelik, Cumhuriyet fikrine hiç de sıcak bakmayan Ak Parti hükümeti, laiklik karşıtı eylemlerine bir de türban sorununu karıştırınca, bugün birleştirmeye çalıştıkları ülkede ayrımcılık çanları çalmaya başladı.
Oysa, Atatürk böyle bir ülke bırakmamıştı bize. Batıya ayak uydurun demişti. Şapka devrimi yaptı, kılık kıyafet devrimi yaptı, harf inkilabı yaptı. Ülkede birlik bütünlük dedi; o yüzden Milliyetçilik ilkesinin yanına bir de Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Devrimcilik ekledi. Atatürk “Laiklik” derken, “imam hatipler her şeye burnunu soksun”u kastetmedi, Atatürk “Halkçılık” derken, “bölünün bölünebildiğiniz kadar” demedi. Atatürk, “Milliyetçilik” derken, düşündüğü şey “ırkçılık” değildi. Atatürk Türkiye değil, birlik, bütünlük içinde, aydınlık bir “Türkiye Cumhuriyeti” hayal etmişti.
“İŞTE BU AHVAL VE ŞERAİT İÇİNDE DAHİ VAZİFEMİZ, KURDUĞUN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ YOBAZLIĞA VE ŞERİATE KARŞI KORUMAK OLDU.”
Her şeye rağmen, açtığın yolda, aydınlık bir Cumhuriyet ülkesi için üzerimize düşeni yapıyoruz, rahat uyu, diye…
Ölümünün 71. yılında Cumhuriyetimizin kurucusu “Mustafa Kemal Atatürk’ü saygı, sevgi ve tarifsiz bir özlemle anıyoruz…”

18 Eylül 2009 Cuma

Erken gelir ölüm!

Kendimi başka ölümlere hazırlamaya çalışırken seninki geldi. Meğer hiçbir zaman alışamayacağım bir şeymiş bu meret. Sözlerin bir bir kulağımda; yapmak istediklerin, yapamadıkların, yakındıkların, seni gülümsetenler… İşte ben şimdi bunların hangisini yaşasam aklıma seni getiriyorum. Anlatamayacağım işlere kalkıştım arkadaşım. Herkesin “üzülme artık, o şimdi melek oldu, cennette” tesellileri de yatıştıramıyor bu nereye çıktığını bilmediğim yolun sancılarını. “Ben hiç yaşamadım” derken bu kadar basit algılamaları da inan canımı sıkıyor, kanıma dokunuyor. Gittiğim ve gördüğüm her yer seni “orada” son görüşümü silemiyor aklımdan. Sadece o an!.. Sanki hayatımda artık “oradan” başka hiçbir yer yok sana ait.

Bir hafta oldu ve kendime anlattığım masallara hiç inandıramadım kendimi. Meğer gerçek çekip alıyormuş insanın mantığını aklının bir köşesinden. Mantıksız kararlarla durduruyorum içimde acımadan duran yaramın kanını ve “Ben öldüğümde ağlar mısın?” sorunu artık daha rahat yanıtlıyorum; çok ağlıyorum!

“Yaşamın gürültüleri suskunluklarını bulandırdı
buna gülüyorsun şimdi çünkü boş kafanda
yer alan yalnızca tutsaklık.”

11 Eylül 2009 Cuma

12 Eylül'ün 29. yılında...




Hani derler ya, perşembenin gelişi çarşambadan bellidir’ diye, bizimki de o hesap. Bugünkü sözde demokrasinin temellerini biz bu ülkedeki hep zamansız ve yerinde olmayan darbelerle attık. Bunlardan biri de, 12 Eylül 1980 darbesi!.. Bakın bu kanatan sürece nasıl gelindi:

1970'li yıllar sona ererken Türkiye ağır bir siyasal ve ekonomik bunalımla karşı karşıyaydı. 1977 seçimlerinden sonra istikrarlı bir hükümet kurulamadığı gibi, iki büyük parti CHP ve AP arasındaki diyalog neredeyse tamamıyla ortadan kalkmıştı. 1979’da Demirel başkanlığında, dışarıdan MHP ve MSP destekli AP azınlık hükümetinin kurulması da siyasal istikrarsızlığı sona erdirmeye yetmedi. Bu arada günde 25-30 kişinin yaşamına mal olan siyasal ve toplumsal şiddet olayları da bütün hızıyla sürüyordu. İstikrarsızlığın yanı sıra giderek artan şiddet olaylarından tedirgin olan ordunun üst kademesi, 27 Aralık 1979'da Milli Güvenlik Kurul Başkanı sıfatıyla Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e bir uyarı mektubu gönderdi. Korutürk'ün 2 Ocak 1980'de kamuoyuna duyurduğu uyarı mektubunda, ülkenin içinde bulunduğu durumun değerlendirilmesi yapıldıktan sonra şöyle deniliyordu:"Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizden bir an önce, milli menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle biraraya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir."

“İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifemiz…” diye başlayan cümlelerin de kulak ardı edildiği o yıllarda, deyim yerindeyse tam bir sağ-sol çekişmesi yaşanıyordu. Durum malum, güzel ülkemde solculuğun insani tarafları hep “bölücülük, anarşisizm” diye tanımlanmıştır. Ne hikmettir ki, bütün bunlara karşı yapılan kıyımlara, ırkçılığa, yağmalanan insan haklarına da “milliyetçilik” diye bir kılıf uydurulduğu için sizin anlayacağınız çoktan minare çalınmıştır. Sahneye dönemin Genel Kurmay Başkanı Orgenaral Kenan Evren çıkar; MGK bildirisi kamuoyuna duyurulur:

“MGK devlet yönetimine doğrudan el koymuştur. Her türlü siyasi faaliyet her kademede durdurulmuş, parlamento ve hükümet feshedilmiş, bütün parlamenterlerin yasama dokunulmazlıkları kaldırılmıştır. Yurtta sıkıyönetim ilan edilmiş, ikinci bir emre kadar sokağa çıkmak yasaklanmış, yurtdışına çıkışlar durdurulmuştur. Yasama ve yürütme yetkileri MGK tarafından kullanılacak ve kısa zamanda bir bakanlar kurulu oluşturularak yürütme sorumluluğu bu kurula bırakılacaktır.”

12 Eylül bir insanlık suçuydu. 12 Eylül, sol görüşü sindirmek adına ve Türkiye’yi bugünkü islam ve bölücülük çukuruna iten utanç tarihiydi. 12 Eylül tarihte basiretsizliğin en açık örneğiydi. 12 Eylül, sorgulayarak öğrenmenin, eğitimin ve demokrasinin bitiş noktasıydı.
Bütün bunların ardından, 12 Eylül darbesine “yerinde” deyimini yakıştıranlar ellerini iki başının arasına alıp düşünsünler diyeceğim ama onlar başka planlar yapıyorlar, kıyımlara, katletmelere kılıf hazırlıyorlar “milliyetçilik” adı altında!

6 Temmuz 2009 Pazartesi

İzmirli kadınlar...fotoğraflar

Hep yeni yıkanmış balkonlarda mı yaşarlar? Yoksa akşam sefası çiçeği gibi ikindileri açılıp saçıldıkları için mi kalır insanın aklında o balkonlu, kadınlı İzmirli fotoğraflar? Hesapsız kahkaha atmasını... Ağzında şeker yuvarlar gibi dedikodu yapmasını... Sokaktan tek kişilik bir fener alayı gibi geçmesini... Yeni yıkanmış balkonların ılık betonunda pempe topuklarını gezdirmesini... Erken yaşta rakı içmesini ve şarkıların en efkârlısını gecenin sonuna saklamasını... Asvalyaları attığı vakit ‘efelik’ yapmasını... Çatlata çatlata oynamasını... Takıp takıştırıp pufur pufur salınmasını...İşte her nasılsa, daha en başından öğrendikleri için bütün bunları, güngörmüş adamlar bilir ‘İzmirli Kadınlar’ dendi mi, işte orada durmasını.Hayat kıvamındadır İzmir’in kadınları. Nasıl hayatta ayrıştırılıp çizilecek bir şey yoksa, onlar da işte öyle. Yani ya akarsın onunla ya akmaz durursun kenarda. Yok öyle durup dibine bakmaca.Hep yeni yıkanmış balkonlarda mı yaşarlar? Yoksa akşam sefası çiçeği gibi ikindileri açıp saçıldıkları için mi kalır insanın aklında o balkonlu, kadınlı İzmirli fotoğraflar? O balkonlarda hiç göremezsiniz büsbütün ne erkekleri, ne de hayatı ciddiye alan konuşmaları. Olsa olsa henüz kurumamış su birikintilerine dalgın dalgın değdirilen parmaklar... Ve mutlaka beş dakika içinde patlayan yeni kahkahalar.Hep sorarlar ya - neden bu kadar güzel İzmirli kadınlar? Çünkü hep onlarda kıkırdamalar, kahkahalar ve fışkırıcı şımarıklıklar...Ben Ankara’da gördüm, az konuşan, az gülen, ciddi duran, füme rengi kadınları. Görünüp görünüp kaybolan, muamma taklidi yapanlar da İstanbul’un meselesi. Ben sanırdım ki, hayatın yakasında bir hercai menekşe gibi durur her yerde kadınlar. Öyle değilmiş meğer...Bir de ne yapsan çıkmaz ya denizin lekesi, o da var.

29 Haziran 2009 Pazartesi

Sivas Katliamı

4. Pir Sultan Abdal Anma Etkinlikleri kapsamında Sivas’a dönemin valisi tarafından çağrılmışlardı. 1 Temmuz sabahı 06.00 sularında şehre indiklerinde, ortalık sakin görünüyordu, inşaatta çalışan birkaç işçinin başlarındaki Pir Sultan şapkalarını yere atıp ezmesi dışında… Önemsemediler, kendini bilmez birkaç kişiydi.
2 Temmuz günü, kültür merkezindeki etkinlik öylesine güzel geçmişti ki, bir gün öncesi ve sabahında yaşanan tüm gerginlikler unutulmuştu. Gençler DSİ’nin misafirhanesine, aydınlar ise, Madımak Oteli’ne döndü. Yolda, camiden çıkan bir grubun sataşmalarına şahit olmuşlardı, üzerinde durmadılar; meğer hepsi bir savaş alametiymiş diyor, Madımak’ta 19’undaki kardeşi Serkan’ı kaybeden Serdar Doğan.
Her zaman toplanıp giderledi de böyle etkinliklere, bu kez herkeste bir veda havası hakimdi sanki. Barış içinde, halaylarla, türkülerle, semahlarla çıkılan Sivas yolundan geri dönülmeyecek hissi kaplamıştı yüreklerini.
2 Temmuz 1993 saat 19.00. Madımak’ta derin bir sohbet sürüyor. Metin Altıok, Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, diğer aydınlarla birlikte gençleri de toplamışlar etraflarına koyu bir sohbete dalmışlar. O kadar içli ki konuşulanlar, dışarıdan gelen sloganları, ulumaları duymazlar. Bir süre sonra lobiye düşen ve büyük camı paramparça eden bir taşla irkilir hepsi. Dışarıya bakarlar, bir grup otelin önünde, taş yağdırmaktadır. Her ne tesadüfse, şehrin göbeğinde kaldırım onarımı için tam da otelin önüne koyulmuştur taşlar!..
“Tekbir” sesleriyle büyüyen grubun şaşkınlıklarını üzerlerinden atamamaktadır içeridekiler.
İçlerindeki deneyimli kişi Erdal Ayrancı’dır, korkmamalarını söyler, 12 Eylül’ü de yaşamıştır kendisi. Serdar Doğan kardeşini yukarı kata gönderir, “Ben sana bir şey söylemeden bu kata inme Serkan!” dese de, dinletemez kardeşine. Aşağıda, taş yağmuru devam ederken, Serkan sürekli ağabeyinin durumunu öğrenmek için aşağı iner, Serdar defalarca “Gelme Serkan” der, dinlemez Serkan.
Serdar Doğan, Erdal Ayrancı’nın “Bunlar oteli de yakarlar” dediğini hatırlıyor.
-“Uzun bir süre geçmedi üzerinden, perdeler tutuştu, zaten otel yatak yorgan dolu, kısa sürede her yer alev aldı.”
Serdar, kardeşi Serkan’ın sürekli sesini işitir “Ağabey!” Bir süre devam eder seslenmeler…
- “Ağabey!…”
-“Serkan!…”
-Serkan dedim, ses gelmedi…
3 Temmuz 1993’te gazetelerin baskıları Sivas’ta adeta bir savaş meydanından çekilen fotoğrafları vermişti. Madımak Oteli’nden 33 kişinin cansız bedeni çıkarıldı. Aradan 16 yıl geçti. Serdar Doğan hala kardeşinin sesini duymak için bekliyor. Hala verdiği röportajlarda, “Serkan’ı yukarı gönderdim, onu son görüşümdü bu” derken, kayıt cihazını kapattıracak kadar da ilk günkü gibi içinde taşıyor bu yarayı.

2 Temmuz 1993
Yer: Sivas Madımak Oteli
Olay: Yaklaşık 10 bin kişilik gerici bir grubun ayaklanması sonucu büyüyen olaylarda 33 aydın ve genç insan yakılarak katledildi.
Sonuç: Kasım 2008’e kadar zanlı sayısının 10 bin kişilk gruptan 7 kişiye kadar indirildiği yargılanma sürecinde, “davanın zaman aşımından düşürülmesi” istendi. Aynı tarihte, olayların baş povakatörü diye anılan Cafer Erçakmak’ın “anayasal düzeni zorla değiştirmeye taşebbüsten” dosyası ayrıldı.
Kimilerinin bugün “Sivas Olayları” diye nitelendirdiği bu “laiklik karşıtı” ayaklanma “katliam”dan başka bir şey değildi aslında. Hepimizin yüreğine yara oldu, kanadı, durmadan kanadı. Artık bizler, Sivas’ta yaşananların “olay” diye nitelendirilecek kadar basit olmadığını biliyoruz, bizler “katliamın” unutturulmaması için atıyoruz çığlıklarımızı olanca gücümüzle.
Sivas Katliamı’nın 16. yıldönümünde, geçmişi yamalı ülkemde bir çığlık olsun karaladığım satırlar; UNUTMAYALIM!

23 Haziran 2009 Salı

Serkan Eroğlu- 23 Mayıs 1978 Tire-İzmir doğumlu
24 Aralık 1997’de Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi tuvaletinde asılı bulundu. İntihar ettiği söylense de bir cinayetin üzerinin kapatılış hikayesinin başlangıcıydı Serkan’ın ölümü.
27 Kasım 1997 günü, yolda yürürken sivil polis olduğunu iddia ettikleri 4-5 kişinin zoruyla gözleri bağlanarak bilmediği bir yere götürüldü. Sorgulandı, bu esnada arkadaşlarıyla ilgili bilgi istendi, kendisine okul içinde muhbirlik yapması teklif edildi; kabul etmedi. 8 saat boyunca fiziki ve ruhsal baskıya maruz kaldı, ardından yine gözleri bağlanarak sapa bir yola bırakıldı. Olayın üzerinden bir hafta geçti. Serkan ortadan kaybolduğunda henüz 19 yaşındaydı, ölü bulunduğunda da… Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi tuvaletinde 24 Aralık günü incecik boynunda, bir iple bulundu.
Olaydan hemen sonra İzmir Emniyet Müdürü Ahmet Demir bir açıklama yaptı ve Serkan’ın intihar ettiğini söyledi.
Ablası Serkan’a ikinci kez otopsi yapılmasını istediğinde, Serkan’ın kanında 7.3 oranında kloroform tespit edildi; basit bir intihar değildi yani bu. Birileri Serkan’ı bayıltmış ve intihar süsü vermek istemişti.
Serkan, kaçırıldığı günü savcılığa şöyle anlatmıştı: “27 kasım 1997 perşembe günü saat 16.00 civarı, sivil polislerce zorla bir arabaya bindirildim. gözlerim bağlandı ve bilmediğim bir yere götürülerek sekiz saat boyunca sorgulandım, tehdit edildim, işkenceye uğradım. bu durumdan dolayı İHD’ye başvuruyorum.”
Serkan’ın ölümünün üzeri bugün hala aydınlatıl(A)mamıştır. Üstelik, olayın aydınlatılmasının Serkan’ın “beni öldürebilirler” diye başvurduğu kuruma verilmesi de durumun vahimliğinin başka bir göstergesidir.
Serkan’ın ölümünden sonra bir kitabı yayınlandı, “Çiçeğin Gözü Yıldızlardaydı” adıyla. Babası kitabın önsözüne yazmıştı: “…köşe yazarı olmaktı hayalin. insanlara yardım etmek bir de. bir yazında (yazdıklarımla aileme, özellikle babama –haklıymışsın) dedirteceğim diyecek kadar idealisttin. -haklıymışsın serkan, demeyi çok isterdim, ama birileri bunu söylememi hiç istemedi hem de hiç yine de haklıymışsın serkanım diyorum..."
Ali Serkan Eroğlu. Öldürüldüğünde 19 yaşındaydı. Gazetecilik’te okumakta, drama yazarlığı için hazırlanmakta, bunların yanında Duvara Karşı tiyatro grubunun kurucularından ve aynı zamanda Parya oyuncuları grubunun kurucusu olarak tiyatro yapmakta, gitar çalmakta, şiir ve denemeler yazmaktaydı. Başkalarının teklif ettiği muhbirliği yapmamak uğruna attığı çığlıkla vuruldu Serkan. Ölümünün üzerindeki perde hala kaldırılmadı, bilenler sustu, unutturulmak üzerine türlü türlü oyunlar döndü cinayetin ardında. Bugün Serkan’ın ölümünü, öldürülüşünü unutmayan birçok yol arkadaşı hepimize sesleniyor, UNUTTURMAYALIM! Çünkü, “aklın unutuşa karşı savaşı insanın iktidara karşı savaşıdır.”

12 Mayıs 2009 Salı

"Bilir bilmez..."

Can Dündar
12 Mayıs Salı 2009

Bilirkişi
Hep merak ederdim; Türkiye niye yıllar boyu, bu kadar sevdiği Ata’sına bir film çekemedi diye... Başıma gelince anladım; çekmek mümkün değilmiş ki...
Hakaret iddiası“Mustafa” konusunu kendimce kapatmıştım. Filme ilişkin polemiklere bu köşeyi ayırmamaya da gayret sarf ettim. Ama filmin “Atatürk’e hakaret” iddiasıyla soruşturulduğunu bu gazetede manşetten okuduğunuz için sonucu da bilmek istersiniz diye düşündüm. Bir “yakınıcılar” (“müştekiler” yani) , filmde “Atatürk’e hakaret suçu” işlendiği iddiasıyla savcılığa başvurmuş, savcılık da soruşturma açmıştı.Başvuruda “hakaret”in kanıtları nelerdi biliyor musunuz?- “Mustafa” demekle O’na saygısızlık ediyorduk.- Film müziği için “Ermeni asıllı Goran Bregoviç”i seçmiştik. (Bu iddia üzerine Goran’ı aradım; “Ermeni asıllı olduğunu biliyor muydun?” diye sordum. Bilmiyormuş. O kendini Boşnak sanıyormuş(!). Bir de Canan Arıtman’a sormaya karar verdik.)- Filmin dağıtımını dünya çapında Warner Bros firması üstlenmiş. Bu da “saygısızlığın yabancı destekli uluslararası bir programın parçası olduğunu kanıtlıyor”muş.- Filmde Atatürk’ün çocukluğunu Yunanlı ve Makedonyalı iki çocuk canlandırmış. “Yakınıcılar”, “Neden yabancılar?” diye soruyordu. (Sanki yıllarca Atatürk rolü için yabancı oyuncu aranmamış gibi...)Kanıtlar bunlardı. “Yakınıcılar”, bu verilerden “Amerikan destekli bir Ermeni-Yunan komplosu“ kokusu almış ve “Bunlar programlı, dış bağlantılı, ülkeyi parçalamak maksatlı, reklam kokan yayınlardır” sonucuna varmıştı. 7.5 yıla kadar hapsimi istiyordu.Hakaret ve aşağılama yok“Her ülkede böyle paranoyalar olabilir” diyebilirsiniz. Ama bizde savcılık dilekçeyi işleme koymuş ve bilirkişiye yollamıştı. Ben de gazetelerden öğrendim: İnceleme
tamamlanmış. Bilirkişiye sorulan soru neydi: “Filmde Atatürk’e hakaret var mı?”Bilirkişi ne cevap vermiş: “Değerlendirmemi yapayım, siz karar verin.”Savcı da, sigara yasağının sinema filmlerini kapsamadığını, filmde senaristin kendi sübjektif yorumunu yaptığını ve “bu yorumda Atatürk’e hakaret veya aşağılama bulunmadığını” yazmış ve kovuşturmaya yer olmadığına karar vermiş. ‘Optik anlatım’ eleştirisi; Buraya kadarı normal. Garip olan şu: Bilirkişi, son derece titiz bir çalışmayla hakaret iddiasını incelerken film eleştirisine de girişmiş.76 maddelik bir rapor hazırlamış.Bunları da “yanlışlar”, “aykırı yorumlar” ve “eksikler” diye sınıflandırmış.Öyle maddeler ki, okudukça “Neden Sayın Bilirkişi, film eleştirmenliğine ya da bizzat yönetmenliğe soyunmuyor?” diye düşünmeden edemiyor insan...Çünkü 24 sayfalık raporda hem tek tek sahneleri eleştiriyor, hem de filmin nasıl çekilmesi gerektiğini anlatıyor. Mesela filmde “aydınlık bir optik anlatım” olmamasının, seyircide bir kasvet havası yarattığını yazıyor. Müziği “melankolik” buluyor.“Poz veren Atatürk’e hiç benzemiyor” diyor. Oyuncunun ellerinin Atatürk’ün ellerine benzemediğinden yakınıyor.Sofra sahnesindeki rakı kadehinin çok büyük boyutta ve sık sık yansıtılmasını eleştiriyor.Fikriye sahnelerini uzun, taarruz sahnelerini kısa buluyor.“Dansı, içkiyi severdi” sözümüz için, “Günümüz ortamında bu ifadeler uygun değil” notu düşüyor.Filmin sonundaki fotoğrafın 30 saniye ekranda kalmasını uzun buluyor.Kredilerin sonuna koyduğumuz cümleyi salon boşaldıktan sonra perdeye çıktığı için değersiz görüyor.Daha neler...neler...“Buyurun siz çekin!”Her bir maddesini tek tek tartışabileceğim bir rapor bu. Ama özünde, Bilirkişi’nin -mutlaka iyi niyetle- filmi yıllardır okullarda okutulan inkılap tarihi kitabına benzememekle eleştirdiğini söylemek mümkün. Oysa “Mustafa”, tam da bu benzemezlik üzerine kuruluydu; bir ders kitabı değil, süresi sınırlı bir sinema filmiydi; yönetmeninin öznel bakış açısını taşıyordu. Maddi hatalar varsa elbette eleştirilecektir, ancak “Bunu söylemenin sırası mı?”, “O plan niye 30 saniye?”, “O kadeh niye büyük?” gibi sorularla bir filmi yargılamayı, düşünce ve yaratım özgürlüğüyle açıklayabilir misiniz? 70 yıldır neden bir Atatürk filmi çekilemediğini şimdi daha iyi anlıyor musunuz?