31 Mart 2009 Salı

Dario Moreno 'sokağı'


Dario Moreno, 3 Nisan 1921 tarihinde İzmir'de doğdu. Tren istasyonunda çalışan babası trajik bir şekilde vurulup ölünce yetim kaldı. Dört kardeşi daha olan Moreno, annesi Madam Roza tarafından yetimhaneye (Nino De Guerfanos) verildi. Dört yaşına kadar yetimhanede kalan Moreno daha sonra Yahudi ilkokulunu bitirdi.
Gençlik yıllarında pek çok farklı işte çalıştı. En yakın çocukluk dostu Alber Dinar'dır. Çalıştığı esnada kendini yetiştirdi ve Kardıçalı işhanında yanında getir götür işlerinde çalıştığı İzmir'in ünlü avukatlarından birinin katipliğine yükseldi. Ayrıca geceleri Milli Kütüphane'ye gidip Fransızca çalışıyordu. Yine bu sıralarda başlayan gitar merakını eline geçen bir gitar vasıtası ile geliştirdi. Aynı dönemlerde Bar-Mitsva törenlerinde şarkılar söylemeye başladı. Gençlik çağlarında kendi semtinde ve İzmir'de iyice tanınır olmuştu. Moreno askerliğini II. Dünya Savaşı sıralarında piyade olarak Akhisar Orduevi'nde yaptı. Burada caz orkestrasında solistlik yaptı ve yine Konya ile Adana'daki askeri yerlerde sahneye çıktı. Askerlik döneminde müzik ile daha içli dışlı olan Moreno İzmir Kordon'da bulunan NATO binasının yerindeki Marmara Gazinosu'nda da sahneye çıktı. Moreno ilk konserini ise Konak vapur iskelesinin üzerindeki gazinoda verdi. Moreno müzisyenliğini biraz daha ilerletince annesi Madam Roza ile birlikte Mithatpaşa Caddesi üzerinde bulunan Karataş semtindeki Asansör Sokağı'na taşındı. (Sokağın bugünkü adı Dario Moreno Sokağı'dır. Halk arasında bu sokak ve çevresi "Asansör" olarak anılır.
"Ortaokula başladığım yıldı sanıyorum, babam da tarihi Asansör'de çalışıyordu. Karataş'taki Asansör, İzmir'e "şöyle durup da bakmak içindir" adeta.
Yine birgün babamın çalıştığı yere gittim. Çok defa gittiğim Asansör'de farklı yerler de görmek istiyordum. "Öf"lemelerime daha fazla dayanamayan babam beni o eve götürdü. Dario Moreno'yla o gün tanıştım. Çoktan terkedilmiş, viran olan bu ev sanki bakımsız bir müzeydi. bugün öyle mi bilmiyorum tabi, gidip görmek lazım! Eşyalarda hala o günlerin izi vardı sanki. Ahşap merdivenler ha çöktü ha çökecek, adımımı attıkça basamakların gıcırtısı beni o günlere götürmüştü ya da ne bileyim ben öyle hissettim; belki de hala duran çürümüş perdelerin de etkisi vardı bunda. Yolunuz düşerse İzmir'e gidin görün o evi. Hemen tarihi Asansör'ün sokağında. Sonra, Asansör'le tepeye çıkın, bir de Türk kahvesi yudumlayın Symirna'ya tepeden bakarken... Benden tavsiyesi;)

Tunceli'nin durumu, sonra çıkar oyunu!

AKP’nin milletvekili çıkaramadığı tek il Tunceli, seçimlerin en tartışmalı şehriydi. Seçimlerin öncesinde dağıtılan beyaz eşyaların YSK’nın uyarısına rağmen dağıtımı sürdü ve 3 bini aşkın eve yardımda(!) bulunuldu. Şebeke suyu ve elektriği olmayan evlere çamaşır makinesi verildi. Verilen çamaşır makinelerinin çoğu belki hala evlerin bir köşesinde açılmamış duruyordur. Ama bakın 29 Mart’ta Tunceli’de neler oldu: Benim bile, “kürt nüfusu tahmin edildiği kadar fazla değildir” dediğim Tunceli’den birinci parti DTP çıktı. Bunun yanında asıl sürpriz AKP oldu. Diğerlerinin aksine, ben AKP’nin Tunceli’de nüfuzunun arttığını düşünüyorum. AKP’nin aday gösterdiği Cihan Açıkgöz yüzde 21.63 oranında oy alırken, yadsınamayacak kadar alevi nüfuzu olan Tunceli’de CHP adayı Mazlum Arslan’ın oy oranı ise, 15.07 olarak kaldı. AKP dağıtılan beyaz eşyaların da etkisiyle bu şehirdeki oyunu da yüzde 22’lere çıkarmış oldu. Tunceli bağımsız milletvekili Kamer Genç her ne kadar “Ben CHP adayını destekliyorum” dese de sonuç değişmedi ve kazanan DTP oldu. Bugün ilçeler bazında bakıyorum Tunceli’deki oy oranlarına, sadece Ovacık’ta ilk parti CHP!.. Demek ki, yaramış AKP’nin beyaz eşyaları Tunceli halkına. “Aydın insanlardır, çoğu öğretimli değildir ama eğitimlidir” dediğim Tunceli’yi şaşkınlıkla izledim o akşam.

Gözünü sevdiğimin İzmir'i...

NTV-MSNBC - İzmir Büyükşehir Belediyesi yarışında sandıkların yüzde 96’ı açıldı. İlk parti yüzde 53 ile CHP olurken, ikinci parti yüzde 32 ile AKP oldu. Bir önceki seçime göre oylarını yüzde 6 artıran CHP’ye karşı, AKP’nin oyu yüzde 1 düştü...
Seçimden önce çıtayı yüzde 51 olarak telaffuz ettiklerini ifade eden Kocaoğlu, hedeflerini tutturduklarını ve ciddi de bir fark attıklarını açıkladı.
"Bu başarı İzmir’in başarısı. İzmirli 3,5 milyon hemşerimizin başarısı. Zor günlerimizde hep bizim yanımızda durdular. Bize güvendiler, sahip çıktılar, bağırlarına bastılar. Beş yıllık çalışmanın ve özverinin de payı olduğuna inanıyorum" diyen Kocaoğlu, aldıkları bu destekle daha fazla sorumluluklarının olduğunu ifade etti. İzmir’i Akdeniz’in incisi bir dünya kenti yapacaklarını kaydeden Kocaoğlu, "Yarından itibaren çalışmalarımızı hızlı bir şekilde sürdüreceğiz. Kenti kalkındırmayı yürüteceğiz. Dar gelirli ailelerimize de yardım politikamızı artırarak sürdüreceğiz" diye konuştu.
CHP’nin İzmir’in ilçelerinde kazanan adayları şöyle:
Konak: Hakan Tartan
Karşıyaka: Cevat Durak
Bornova: Kamil Okyay Sındır
Buca: Ercan Tati
Aliağa: Ö. Turgut Oğuz
Balçova : M. Ali Çalkaya
Çiğli: Ensari Bulut
Bayındır: Alaeddin Çapuk
Bayraklı: Hasan Karabağ
Ödemiş: Bekir Keskin
Bergama: Mehmet Gönenç
Beydağ: S. Vasfi Şentürk
Çeşme: A. Faik Tütüncüoğlu
Dikili: Osman Özgüven
Foça: Gökhan Demirağ
Karabağlar: Sıtkı Kürüm
Karaburun: H. Serdar Yasa
Kemalpaşa: Rıdvan Karayalı
Kınık: Süleyman Kaya
Kiraz: İsmet Korkmaz
Menderes: Ergun Özgün
Menemen: Tahir Şahin
Narlıdere: Abdül Batur
Sefarihisar: M. Tunç Soyer
Selçuk: H. Vefa Ülgür
Torbalı: R. İsmail Uygur
Urla: M. Selçuk Karaosmanoğlu
Erdoğan’ın “Orayı istiyorum” dediği İzmir, daha önce söyleneni unutmadı. Deniz Baykal’ın İzmir mitingi öncesinde seçmenin nabzı tutuluyor, spiker soruyor; oyunuzu kime vereceksiniz? Kadın cevap veriyor; “Gavur İzmir Atatürkçü’dür, oyumu CHP’ye vereceğim.” Anlaşılıyor ki, İzmir o lafı unutmamış. İzmir, Atütürk için göğsünü gere gere “sevmiyorum O’nu ” diyen zihniyeti unutmamış, İzmir kendine “gavur” diyen başbakanı unutmamış!
29 Mart’ta televizyonun karşısına geçtim, seçim sonuçlarını takip ediyorum, İzmir’de oylar açıkara CHP lehine ilerliyor. Bakıyorum gururla memleketime. İzmir aydın şehirdir, kimsenin dolduruşuna, tehdidine gelmez, içim rahat sonuçlardan eminim ben zaten. Ve saat 22.00 teyzem arıyor, İzmir CHP’nin, Aziz Kocaoğlu garantiledi diyor. İstanbul’da Kılıçdaroğlu’nun, Ankara’da Karayalçın’ın çok az bir oy farkıyla kaybetmesi bile üzemiyor beni, doğruluyorum yerimden, almışısız İzmir’i diyorum yanımdakilere, “Helal olsun İzmir’e” diyorlar. Helal olsun diyorum; yandık ama aydınlandık yine!

26 Mart 2009 Perşembe

Sesleniş

Üzüm üzüm yeşeren inançlarıma her şafak vakti çöken karanlıklar bile yıkmamıştı beni. Çiçeklerimi nice baharlarda solduran arıya dahi gücenmemiştim oysa. Güneşi görmeden üzerime düşen ayışığına tek söz söylemeyip ilerledim mola verilmeyen bu dar istasyonlarda. Öyle ki, ne yanlış cümleler yanılttı beni, ne de bıçak yarası gibi saplanan sancılar ağlattı; ve hiçbir son bu denli koymadı bana, bu kadar yıpratmadı. Ateş düştüğü yeri yakmadı bu kez, ateş yüreğimi, yüreğimin sensiz coğrafyasını kavurdu. Dedim ya, hiçbir yanlış benim yanlışım olmadı senden önce ve şimdi de hiçbir doğru benim doğrum değil!
Kimi zaman kitap sayfalarında gördüğüm ismin dilimin ucua gelecek oldu, ıslak dudaklarım kilit vurdu dilime. Oysa kulağımda pas tutmuş sesini çoktan unuttum. Kapı ziline koştuğum günlerim de oldu, bir telefon sesi için sabahı beklediğim gecelerim de. Öyle ki, çoğu zaman uyumadı gözlerim ama bir kez olsun ağlamadı da sensiz! Hayır! Seni ne herhangi bir kadının nasır tutmuş duygularında yitirdim, ne de yalana bulanmış kızılca kıyamety şafağında. Ben seni benim olmayan yanlışlarda yitirdim, öfkelerde, en önemlisi de bir anlık hatalarda. Söyledim ya, hiçbir son senin gidişin kadar koymadı bana.
Ne söz verdiğin gibi sevdin beni, ne verdiğin sözleri tuttun. Ne ağlattın, ne güldürdün; bir tek söz bile söylemedin. Ne bezdirdin, ne yıldırdın; ama tozlu ayaklara çiğnettin beni, kirli ağızlara verdin ismimi; şimdi söyle, biz seninle böyle mi konuşmuştuk!

O gülüşü bir ben anlarım

Atılmış öykülerden çekip aldığın tüm ıslaklıklar ve özünden kopmayı göze alırcasına dışından içine kaçan o sıradışı kişiliğinin adına yazıyorum tüm bunları. Oysa birgün bir rastlantının öyküsünü yazdığın için şanslı hissetmeliydin kendini. Sadece o konuşsun diye susuşunun ardındaki isyanı okumuyor muyum sanıyorsun gözlerinde ve derinden derine iç çekişin… bir zanlı gibi yakalrken kendini ona hapsolduğun zaman aralarında, inkar edememen de bundan değil mi, gözlerindeki yeşilin tonu daha bir değişir o vakit, yüzündeki anlamsız gülüşü bir ben anlarım ama yine de…boşver!
Rastlantının rastlantısı mı korkuttuyor seni, ya da bir daha hiç rastlayamamak mı? Bu yüzden mi perdelerin kapalı tüm seyircilere ve sen kendince oluşturduğun bir fon eşliğinde oynuyorsun bu oyunu. Yoksa hala o gülüşü bir ben anlarım bunu bilmiyor musun?
Kaçıyorsun kendince! Nereye uzanıyor bu eller, kime çırpınıyor bu yürek? Yoo çocuk, sen bu mermi sığınağı, tehlikeli sevdayı taşıyamazsın, bu tokadı atamazsın suratından. Sen o kumral saçları unutmak zorundasın çocuk, süt beyazı badem kokulu teni. O gülüşü bir ben anlarım bunu bilmiyor musun?
Benzerini bilmediğim halde, ona bir benzer bulmaktan usanmadım hala, hala görmediğim gözlerine renk arıyorum, işittiği sesleri duyar gibi oluyorum bazen ve bendeki tek kanıtı ismini anıyorum. O sıralar tesadüf müdür bilmem, bir yağmur başlıyor şehirde. İliklerime kadar ıslanıyor düşüncelerim; nereyi aydınlatsam zifiri karanlık her yanım. Aç gözlerini artık, korkma rastlantıdan. Bırak dışından içine kaçmayı, bırak açılsın perdeler. Yoo, boşuna hırçınlaşma çocuk, sen benim kadar yalnızlığı tanımıyorsun, boşuna çevirme yüzünü, o gülüşü bir tek ben anlarım bunu bilmiyor musun?

25 Mart 2009 Çarşamba

İzmir'de kadın olmak...

Örselenmeden çocukluğu, genç kızlığı yaşamakmış, nerden bilebilirdim bir ayrıcalık olduğunu, sanırdım ki, tüm yaşıtım kızlar yakan top oynar geniş ara caddelerde kızlı erkekli, geniş balkonlarda kadınlı erkekli gruplar hep beş çayı içer, yanında kek ya da gevrek, peynir, domates, reçel yer ve keyifli sohbetler eder…
Bisiklete binmeyi hep babalar öğretir sanırdım kızlarına, "Hep önüne bak kızım, korkma! Çevir pedalları, korkma sakın, düşmezsin, arkanda ben varım!"
Amca, dayı, eniştelerle teyze, anne, hala, yengeler gibi çekinmeden sarılmanın da bir ayrıcalık olduğunu bilmedik, bizler akrabanın kadını ve erkeği olduğunu hiç öğrenmedik!
Bizlere taciz de olmadı belki de hep bu yüzden, tecavüz de!
Bizler babamızın göğsünden kıllar kopardık, acıyor, yapma kızım dese de, yataklarına gidip anne babamızın sabah saatlerinde, oynaşırdık işte! En çok ben severdim rahmetli babamın göğsündeki kılları çekmeyi, deri de gelirdi beraberinde, pıt diye çektiğimde kılını, deri yerini alırdı gerisin geriye, ben ise eğlenmenin doruğunda!
Babacığım çekme dedikçe çekesim gelir, çekme demesine rağmen az biraz kızar gibi olurdu, büyüdükçe anladım, canı acırdı, ama ne hikmetse anlık kızgınlık yerini güzelim masmavi gözlerinde sevgiyle bir ışıldamaya bırakır, yüzü yumuşar, güzelim bıyıkları neredeyse çek beni der, öyle yumuşak yani, bir eli hep üstümde olurdu!
Utandırılmadan kızlığından, kadınlığından bir armağanmış meğer! Biz bilemedik!
Her kız çocuğu annesi kadar babası tarafından da sevilir, destek görür zannettik!
……
Bizi utandırmadı ne ailemiz ne de komşularımız! Şişşttt! Girin içeriye de demediler! Balkonlarda oturan deneyimli insanlar sokaktan geçen yabancıların hal ve tavırlarından anladılar, bizi suçlamak yerine tavırları garip olan adamları sorguladılar, hayırdır, kimi arıyorsun, kimseyi aramıyorsan neden üç gündür buralarda dolanıyorsun tarzında…
Hırlılar, hırsızlar, namusa göz koyanlar böyle püskürtülürdü, kız sen açık giyindin ondan takıldı bu adam peşine hiç denmedi!
Ah gözünü sevdiğim İzmirlim!
……
Doğduğu, yaşadığı kent ile övünenleri hiç haz etmezdim, yıllar öncesinden bana deseler böyle bir yazı yazacağım, kafamı keserim de yazmam derdim!
Birileri damarına basıyor işte!
Damara basılmaları savuşturmayı da bilirim, hiç ciddiye almamak en güçlü tepkidir!
Ancak, susmak, bazen yanlış anlaşılıyor, sanki kabul gibi, sanki tepkisizlik gibi ve o edepten sakin olma hallerini birileri öyle bir kullanıyor ki, zıvanadan çıkabiliyor insan!
Buysa eğer, hiç uymasa da tarzıma, evet, bazen aynı dilde konuşmak gerek!
Gecenin üçünde tek başıma yürüdüğüm sokaklarda kaç ilde yürüyor kadınlar korkusuzca?
Kaç kadın ve erkek güveniyor karısına kocasına?
Ne ilgisi var demeyin, özgür yetişen kişiler özgürlükler içinde sevdiklerini seçerler, anne ve babaları bilirler ki dünyaya getirmekle mükelleftirler, evlatlarının seçtiklerine müdahale etmezler, ne başlık parası söz konusudur, ne de berdel! Gavur İzmir, iyi ki gavurdur ki, töre cinayetlerine de prim vermemiştir!
……
Ne din iledir işim ne siyasetle aslında, göğüslerim babamın göğüslerine yapışırken en ufak bir tereddüt duymadan sarıldık ya!
Anneme sarıldığımca…
Annemle de göğüslerimiz rastlaşırdı birbirimize!
Annem ve babam! Hiç sakınmadım ya hiçbir organımı beni var edenlerden, cinsiyetine göre!
Özel, güzel yetişmişim, nerden bilebilirdim, her genç kız böyle yetişiyor sanıyordum!
……
Sekiz yaşındaki kızına bisiklete binmeyi öğretse keşke her baba, korkma dese, ileriye bak!
Korkmasa babalar kızlarının ileriye bakmalarından!
……
İzmirlilik bu kadar özel midir?
Hiç bilmezdim!
Hiç de söylenmemişti bana!
"Bak değerini bil! Yaşıtın kızlar neler çekiyorlar!"
İzmirli olmamdan dolayı ne başıma kakıldı sahip olduklarım, ne de pembe gözlükler takıldı!
İzmir'de kadın olmak…
Kordon'da dolaşmak, yalnız başına…
Laf atılmadan, peşine adamlar takılmadan…
Tut ki birisi bir şey ima etti, başını çevirip gitmen yeterlidir!
İmbata savurur saçlarını İzmirli kadınlar, dekoltelerini de denize ve sevdiklerine açarlar, hiç umurlarında değildir, bilir misiniz, bir başkası üstüne mi alınır!
Üstüne alınanların problemidir, ne korkarlar ne yerinirler!
Bir bakış ile, bir duruş, en fazlası bir söz ile İzmirli erkekler halden zaten anlarlar!
Ne tecavüz, ne taciz!
İzmirli olmak bir ayrıcalıkmış, nereden bilebilirdim, her genç böyle yetişiyor zannetmiştim!
Gülgün Karaoğlu-Milliyet blog
"Ben haftanın en içten en güzel bloğu olarak buraya da aktarmak istedim:) ve özetliyorum; beni anlatır...:)

20 Mart 2009 Cuma

SEN...

En güzel günlerimin üç mel'un adamı var
Ben sokakta rastlasam bile tanımayım diye
En güzel günlerimin bu üç mel' un adamını
Yer yer tırnaklarımla kazıdım hatıralarımın camını..
En güzel günlerimin üç mel'un adamı var
Biri sensin, biri o, biri ötekisi..
Düşmanımdır ikisi.. Sana gelince...
Yazıyorsun.. Okuyorum.. Kanlı bıçaklı düşmanım bile olsa,
İnsanın bu rütbe alçalabilmesinden korkuyorum..Ne yazık!..
Ne kadar beraber geçmiş günlerimiz var
Senin ve benim en güzel günlerimiz..
Kalbimin kanıyla götüreceğim ebediyete ben o günleri..
Sana gelince, sen o günleri -kendi oğluyla yatan,
Kızlarının körpe etini satan bir ana gibi satıyorsun!.
Satıyorsun; günde on kaat, bir çift rugan pabuç, sıcak bir döşek ve üç yüz papellik rahat için...
En güzel günlerimin üç mel'un adamı var:Biri sensin, biri o, biri ötekisi...
Kanlı bıçaklı düşmanımdır ikisi...
Sana gelince...Ne ben Sezarım, ne de sen Brutus'sün... Ne ben sana kızarım ne de zatın zahmet edip bana küssün..
Artık seninle biz, düşman bile değiliz..
Nazım Hikmet

19 Mart 2009 Perşembe

Ali topu Agop'a at!

Bir kitap geldi dün... Kapağında "Ali topu Agop'a at" yazıyor. Bu, Hrant Dink'in günün birinde ilkokul kitaplarında okumayı umduğu cümleydi."İliklerime kadar Anadoluluyum" dediği şu topraklarda yok sayılmaktan dertlendiğinde "Ne var yani" derdi;"...hep 'Ali topu Ayşe'ye at' diye yazan şu alfabede Ali bir gün de Agop'a atıverse şu topu..."Katledilmesinden sonra açılan anı defterine, Asya adlı bir küçük kız bu cümleciği not etmişti; kanla yazılmış bir vasiyeti yerine getirir gibi..."Ali topu Agop'a at!"
* * *
Hrant anısına çıkarılan kitap, duruşmasının yapılacağı bugün piyasada olacak. Dostlarının, ailesinin onu anlattığı kitabı bir solukta okudum dün...Ayşe Önal, çocuklarının suikast haberini nasıl aldığını yazmış.Hrant'ın kızı Sera, Taksim'de arkadaşlarıyla dolaşıyormuş o gün... İçlerinden birinin telefonu çalmış. Açan kız, bembeyaz kesilmiş. Şöyle yazıyor Ayşe:"Sera arkadaşını bembeyaz bırakan haberin aslında kendi hayatını sonsuza dek değiştireceğini hissetti. İçgüdüsel olarak eli kendi telefonuna gitti. Babasını aradı. Telefon olağan çalıyordu. Derin bir nefes aldı. Az sonra babası, numarasını görüp onu arayacaktı. Ama arkadaşları onu bir taksiye bindirip Agos'a götürdüler. Tuhaf bir kalabalık vardı Halaskârgazi Caddesi'nde... Yerde birisi yatıyordu. Kalabalıktan geçip Agos'a girebilse, babasına yerde yatanın kim olduğunu soracaktı. Soramadı!"
* * *
Oğlu Arat, aynı dakikalarda Fındıklı'ya okuluna gidiyormuş. Telefonu çalmış:"Baban vuruldu" demiş birisi...Taksiyle hemen Osmanbey'e dönmüş."Tanrım, ne olur yaşıyor olsun" diye dua etmiş yol boyu...Taksiden inerken yeniden çalmış telefonu:Sera, "Babam öldü" diye haykırıyormuş. Arat babasına konuşuyor kitapta:" İlkokul çağımdayken bile arkadaşlarımın ağızlarını doldura doldura babalarından bahsetmelerinden hoşlanmazdım. Oysa senin hakkında anlatacak sağlam hikâyelerim vardı. İçimden 'Ulan benim babam var ya, benim babam' diye düşünür, ama ağzıma getirmez, sıramı savardım. Bir oğlun babasını anlatmaktan daha iyi şeyler yapması gerektiğine inandım hep... Biliyorum ki, sen de, babasını anlatan bir oğul olmamdan fazlasını isterdin, benim için... Oğullar babalarını yenmedikçe bir dünya nasıl ilerler? Katillerin aldıkları bir şey de çocukların, babalarını yenme hakkıdır."Babasının kameralar karşısında gözyaşlarına hâkim olamadığı günü anlatıyor sonra:"Başkaları gibi 'Maçayı dik tutmak lazım' diye düşünmeden, 'İşte babam' dedim o gün: '...işte babam... Çırılçıplak insan...'"
* * *
Bazı babalar yaşı geldiğinde oğullarını Karaköy'e götürürmüş ya..."Sen beni hiç kerhaneye götürmedin" diyor Arat... Hrant bir gün almış oğlunu, "Hadi yaşın geldi" deyip Türkiye'de her aydının yolunun düşeceği yere, Şişli Adliyesi'ne götürmüş."Hâlâ yargılanıyoruz" diyor Arat...
* * *
Ama bugün yargılayacak Hrant... Biz, bir güvercine kıymaktan yargılanacağız hep birlikte...Onu koruyamadığımız için, cenazesindeki barış havasını yaşatamadığımız için yargılanacağız. Resmi tarihçiler ırkçı bildirileriyle, katilleri övenler türküleriyle, telefon kaydındaki polisler sövgüleriyle yargılanacaklar. Ne yapsalar ölmeyen "çırılçıplak insan" ise, upuzun yattığı yerden seslenecek:"Bütün isteğim, alfabede yazacak bir kardeşlik cümlesiydi: 'Ali topu Agop'a at!"
Can Dündar

Cumartesi Anneleri

Namık Erdoğan Sağlık Bakanlığı'nda teftiş kurulu başkan yardımcısıydı. Bakanlıkta çeteler cirit atıyordu. Ambu­lanstan, ameliyat önlüğüne ve rönt­gen cihazına kadar iştah kabartan bü­tün ihaleler için birkaç şirket, bakanlığı baskı altında tutuyor, "bu büyük rantı başkalarına yedirmemeye" çalışıyorlardı. Namık Erdoğan ihaleleri ve dış alımları in­celerken usulsüzlüklere rastladı. Bakanlığın birkaç çete artığınca dolandırıldığını fark etti. Mücadeleye girişti. 1994 yılı Mayıs ayının 9. günü bakanlığın arkasından arabayla kaçırıldı. Yaptığı denetle­melere ilişkin evrak çantası da elindeydi. Aile­si ayağa kalktı ancak o gün hiçbir haber alına­madı, ertesi gün de... 12 Mayıs'ta Namık Erdoğan'ı Kızılırmak Nehri'nin kenarında buldular. Çantası yanında yoktu, ama kafasında iki kurşun vardı. Kamuoyu, bu "Kayıplar kentinin yakışık­lısını nice sonra, yeğeni Yılmaz Erdoğan'ın yazdığı bıçak tadında birkaç dize ile tanıdı: "Dokuzunda kayboldu mayıs'ın/cesedi bulundu/on ikisinde... Kaçırıldığında da/kaybolduğunda da/ve ce­setken de/yakışıklıydı... Amcamdı..." 1994, Türkiye'nin uğursuz yılıydı. Hükümet, hepten azgınlaşan terörle "anla­yacağı dilden" konuşmaya karar vermiş, ya­sayı, hukuku bir yana koyup kör bir savaşa gi­rişmişti. Adapazarı-Hendek-Sapanca arasına kurulan şeytan üçgeni ölüm kusuyor, muhalif gazeteler bombalanıyor, yargı önünde mahkûm edilemeyenler, "faili meçhul" cinayetlerle yok ediliyorlardı. Çetelere gün doğmuştu. Hem kendi bildik­leri yöntemleri konuşturuyorlar, hem de hi­maye görüyorlardı. "Kayıplar" sorunu da böyle doğdu.
20 Mart 1995 günü Hasan Ocak annesini arayıp, "Akşama yemek yapma, ben balık ala­cağım" dedi. Kız kardeşinin yaş günüydü. An­cak o gece balık da gelmedi, Hasan da... Gö­zaltına alınmıştı, ancak izi bulunamıyordu. Annesi Emine Ocak, günlerce 28 yaşındaki kuzusunu aradı. Bir mahkemede kalkıp hâkime "Oğlumu kimden sorayım" deyince gö­revli komiser, "Gel ben seni oğluna götüreyim" dedi. “Sağ mı? İnanayım mı..." derken içerde buldu kendini; "mahkemenin huzuru­nu bozmak"tan 60 yaşında, 19 gün hapis yattı. 55. günün sonunda gelen "meçhul" bir te­lefon, oğlunun gerçek adresini fısıldadı: Ha­sanın telle boğulmuş bedeni, kimsesizler me­zarlığında yatıyordu. Mezarı açtılar. Emine Ana, oğluyla kucak­laştı. İşte kayıp yakınları bu olaydan beridir her cumartesi, yarım saat için Galatasaray Lisesi önünde toplanmaya başladılar. Orada yalnız olmadıklarını fark ettiler; Hasanın ardından di­ğerleri gelmiş, sadece o yıl gözaltında kaybol­duğu iddia edilen insan sayısı 300'ü bulmuş­tu. Rakam büyüdükçe, Galatasaray'da topla­nanların sayısı da büyüdü: İsyanlarını içlerine gömüp, çevrelerini kuşatan polisten, ilgisiz gözlerle geçen kalabalıktan oğullarının, kızla­rının hesabını sordular. Suskunluklarıyla ko­nuşturdular bizi, oturarak ayaklandırdılar ve en küçük bir olay çıkarmadan dünya çapında bir eyleme imza attılar. Lâkin "kamu vicdanı'nın harekete geçmesi beklenirken, harekete geçen yine "kamu oto­ritesi" oldu. Yakınlarını yitirdikleri yetmezmiş gibi bir de itilip kakıldılar, tartaklanıp, içeri atıl­dılar.
Türkiye'nin sivil direniş tarihine geçecek ka­dar barışçıl olan bu eylemi, "Şemdin Sakık'ın düzmece karalamaları" da gözden düşüremeyince, sonunda güvenlik güçleri seferber oldu. Son iki haftada 157 kişi gözaltına alındı. Aralarında Emine ana da vardı. Bugün, eylemin 173. haftasında yeniden orada olacaklar. Siz, uzatmalı bir cumartesi sabahının keyfini yaşarken, onlar kaybettikleri fidanları için bir araya gelecekler yeniden... Bütün tahriklere rağmen ve dünyanın gözü önünde hırpalan­ma pahasına yine barışçıl yoldan ayrılmaya­caklar. Orada öyle sessizce oturup gözleriyle, çev­redeki ilgisiz kalabalığa ve hepimize seslene­cekler:
“Siz şanslıydınız, kaybolmadınız; ya vicdanınız?”
Can Dündar

aşkolsun çocuk!

"Aşk olsun aşk olsun aşk olsun sana çocuk aşk olsun
Acıyorsam sana anam avradım olsun
Elbette Türkiye'de en uzun koşuysa devrim
O onun en güzel en güzel yüz metresini koştu
İlk o fırladı lüverden en sekmez mermisiyle
En hızlısıydı hepimizin, en hızlısıydı hepimizin
İlk o göğüsledi ipi
Aşk olsun aşk olsun aşk olsun sana çocuk aşk olsun!
Acıyorsam sana anam avradım olsun, ama aşk olsun!"
Söz: Can Yücel
Müzik: Mazlum Çimen
Sözlerini Can Yücel'in yazdığı, müziğini de Mazlum Çimen'in yaptığı Edip Akbayram sesinden bu şarkı çocukluğumun kulaktan dolmalarındandır. Annemin bana kazandırdığı kaliteli müzik arşivimin arada kaynayan unutulan bir parçası bu. Küçükken Ahmet Kaya, Edip Akbayram, Fatih Kısaparmak'tan oluşan o çok değerli müzik arşivimiz Ahmet Kaya'nın PKK propagandası yapmasıyla annem tarafından imha edilmişti. Hepsini ben almıştım o albümlerin, oyuncaklarımın arasında kaldı birçoğu uzun süre. Şimdi diyorum ki, iyiki de almışım saklamışım onları. Bugünlere getirdiğimiz bu şarkılar meğer benim onlara küçükken yüklediğim anlamlardan çok daha farklıymış, hepsi birer Türkiye gerçeğiymiş! Ben bunu fark ettiğimde, Deniz'lerin idamının üzerinden yıllar ve yıllar geçmişti. Bugünkü ülke gerçekleri o güne döndü. Şimdi "düşünüp" de konuştuğum zaman cevap verebiliyorum kendime, "Ulan tabi adamları asacaklar, o günkü şartlarda öyle düşünen ve daha da önemlisi uygulayan adama şans verirler mi?!"
Bugün bakıyoruz, ee değişen ne olmuş? Hiçbir şey! Düşünceye kitakse devam ediyor hala. Hala, dil, din, mezhep ayrımları devam ediyor ve hala bu ülke kendinden başka "iyi", kendinden başka "dost" tanımıyor. Eee, ne oldu peki bugüne kadar? Ben söyleyeyim size, ülkenin başına gelebilecek en berbat başbakan asıldı ve ardından bir de itibar gördü, anıt mezar dikildi adına. Sonra, yangınlar, kıyametler, katliamlar oldu ülkede kimse sesini çıkarmadı, üzeri örtüldü hepsinin. Hemen ardından, aydınlar, gazeteciler bir bir katledildi ki, idam artık yasal değildi ülkemizde, "asmayalım, öldürelim o zaman" mantığı işledi.
Yıllar geçti, yollar aynı kaldı anlayacağınız. Ve biz aynı yolda yürümeye devam ediyoruz, tüm bu "işleyişe rağmen!" Acıyorsam size anam avradım olsun, ama bazen diyorum ki, aşk olsun çocuk işte aşkolsun:(

18 Mart 2009 Çarşamba

beyaz eşya esmerleşmemeli!

Güneri Cıvaoğlu
Beyaz eşya’ esmerleşse de…
10 Şubat Salı 2009
"TUNCELİ’DE seçmenlere “beyaz eşya” dağıtılması ilke olarak yanlış...Seçim öncesi televizyonlarda siyasi parti haberlerine ve konuşmalarına bile demokraside “adil rekabet” gereği “eşit süre” verilirken, devletin valisinin seçmene buzdolabı, çamaşır makinesi dağıtması sistemin özünü sabote ediyor. “Oyların satın alındığı” yorumlarına kapıları sonuna kadar açıyor.“Yağ, pirinç, şeker, makarna” derken tonlarca kömüre tırmanışta siyasi ulufe... 2009 seçimleri öncesi artık hiçbir sınır yok. Demokrasi tarihimizde görülmemiş bir fütursuzluktur bu. Nitekim YSK da “oy pazarı kuran” böyle bir uygulamayı haklı olarak yasakladı.Dinleyen kim! Usule uydurmak!GERÇİ ortada bir “usul” tartışması var ve orasından burasından çekiştiriliyor ama hadisenin özü değişir mi? Başbakan Erdoğan dağıtımı yapan valiyi tebrik ediyor. Vali de “Dağıtımı yasal fondan yapıyorum, yasaya ve usule aykırılık yok” diyor... Tarhan Erdem ise YSK’nın “re’sen yasak kararı alamayacağı” görüşünde... “Sadece yurttaşın şikâyeti halinde, seçim kurullarının dosyayı açabileceğini” söylüyor... Bunlar görünüşü kurtarmaya dönük söylemler. Öyle ya...“Fon” kimin yetkisinde?Vali, iktidar emrinde değil mi? Demokrasinin derisi yüzülürken, yaranın üstüne “usul” markalı şal örtmektir bu.Öte yandan, “karşı yorumlar” da yüzeyde kalıyor. Kılıçdaroğlu’nun doğduğu yöreye beyaz eşya dağıtımı, onun siyaset siciline “kendi kökünün olduğu topraklarda bile seçimi AKP kazandı” kaydının düşülmesini hedefliyormuş. “Tümüyle hesap dışı” diye bir iddia olamaz ama sanıyorum, bu Kılıçdaroğlu figürünün de yer aldığı asıl “büyük resmi” görebilmek daha önemli.Makas değiştirmekİŞTE burada yukarıdaki satırlardan ayrılıyorum. Büyük resimde “AKP’nin Güneydoğu’da seçimleri DTP’ye bırakmamak” stratejisine odaklandığını algılıyorum.DTP’nin, “Türkiye değil bölge partisi” ve “Kürt kökenlilere endeksli” politikaları ve söylemlerine meydan boş bırakmamalı. DTP’nin Güneydoğu’da oyların ve belediyelerin çoğunluğunu ele geçirmesi, Türkiye’nin bütünlüğünü sürdürebilmesi için potansiyel tehlikedir. Ne yazık ki, yörede DTP karşısında tek siyasi parti AKP. PKK rüzgârının yelkenlerini cömertçe doldurduğu DTP’nin yolunu, sadece AKP kesebilir. O nedenle AKP de Güneydoğu’ya yükleniyor. Sanıyorum Tunceli’de “beyaz eşya dağıtımı” deneme bağlamında bir ilk... Arkasının Güneydoğu illerinde de süreceğini düşünüyorum. Yörede yapılan röportajlarda verilen cevaplar, AKP’nin beklediği seslerinin geldiğini gösteriyor. Daha önce de bu köşede yazmıştım. AKP’yle yollarım ayrıdır ama Güneydoğu’nun bir ilinde, sözgelişi Diyarbakır kütüğünde kayıtlı olsam bütün bu nedenlerle oyumu AKP’ye verirdim.DTP’nin Kürt eksenli politikasına karşılık “AKP’nin din tabanlı” ve “beyaz eşya” seçim promosyonlu politikası karşı karşıya. Keşke üçüncü seçenek olsaydı... Keşke demokrasi irtifa kaybetmeseydi. Ne yazık ki “keşke” demekle olmuyor.Sonuçta iki eşit yanlışlık arasında, AKP’ye, tek gözümü kapatabiliyorum.“Beyaz eşya”nın rengi esmerleşse de..."
Güneri Civaoğlu'nu aşağı yukarı hepimiz tanıyoruz. Benim bildiğim Civaoğlu, "Şeffaf Oda"sında oturup böyle kayıtsızca bakmazdı olaylara ve durumlara, o yüzden e-mail adresindeki doluluk nedeniyle kendisine ulaştıramadığım cevabımı burada yayımlıyorum ki, Sayın Civaoğlu gibi düşünen kişilerimiz varsa, aslında madalyonun öbür tarafından da bakılabileceğini anlasınlar!
Öncelikle, AKP’nin Güneydoğu’da seçimleri DTP’ye bırakmama stratejisine odaklandığını algılıyorum” demiş Civaoğlu. Bu konuda kısmen katılıyorum kendisine; ancak “Ne yazık ki, yörede DTP karşısında tek siyasi parti AKP” diyor. Hayır! Neden mi?: Çünkü Tunceli gibi Alevi nüfusunun çoğunlukta olduğu bir ilde DTP’nin karşısında tek parti AKP değildir. Şöyle ki, 2002 genel seçimlerine bakıldığında Tunceli’de toplam 57 bin civarındaki seçmenden 42 bini oy kullanmış ve bunların da ortalama 41 bini geçerli sayılmıştır. Bakın şimdi oy oranına:
*Dehap bu oyların, 13 bin 470’ini almış
*CHP ise, 10 bin 188’ini almıştır.
*Geri kalan oylar ise, etnik kimlik çeşitliliğinden kaynaklandığını düşündüğüm nedenle, diğer partilere dağılmıştır.
Bunun yanında, Tunceli’nin Ovacık, Pülümür, Hozat gibi alevi kimliğinin çoğunlukta olduğu ilçelerinde seçmenlerin çoğunun, oyunu CHP’den yana kullandığını görüyoruz. Bu genel tabloya bakıldığında ve aslında Tunceli’nin düşünüldüğü gibi, kürt kökenli vatandaşların ağırlıkta olduğu bir il olmadığını da varsayarsak, (Kürt kökenli vatandaşların sayısını nüfusa endekslersek, yüzde 2-3’ü geçmez çünkü) benim naçizane fikrim, Tunceli’de DTP'nin karşısındaki parti de AKP değildir. Zaten benim tanıdığım Tunceli halkı da AKP’ye oy vermez!
Gelelim şimdi bir başka konuya; çoğu eğitimden yoksun bu halkın, yıllarca mezhep ve köken nedeniyle ezildiği de düşünülürse, hatta “kürt mü, tu kaka” anlayışıyla yaklaşan zihniyetler de göz önünde bulundurulursa, bu insanların DEHAP ya da DTP’ye oy vermesinden başka ne bekleyebilirsiniz ki?
Sorunu içimizde çözmeliyiz; artık düşünmeden yaptığımız ayrımların, koyduğumuz keskin sınırların farkına varmalıyız.

70 yıl önce Dersim'de n'oldu?

Hasan Cemal
Resmi tarihin yazmadıklarını yazmak üzerine...
20 Kasım Perşembe 2008
Aşağıdaki yazıyı lütfen sonuna kadar okuyun. "Dersim'38'in üzerinden 70 yıl geçti. Resmi rakamlar sayı olarak 12 bin deseler de, genç-yaşlı-çocuk ayırt edilmeksizin öldürülen insan sayısının 70 binden az olmadığı söylenmektedir.Katliamdan sağ kurtulan Dersimliler, katliam yıllarında neler olup bittiğinin ayrıntılarını hiçbir zaman tam olarak anlatmadılar, anlatamadılar.Katliamı ağıtlara konu ettiler.Ve Dersim '38, 70. yıldönümünde hâlâ kanayan bir yaradır. Dersimliler, hiçbir zaman bu olaydan dolayı başka halklara, Türk halkına düşman olmadılar. Yüreklerinde tanımsız bir acıyı bütün sıcaklığıyla her zaman yaşasalar da bunu bir kin ve nefret konusu haline getirmediler. Fakat katliamdan sonra da yürütülen bütün sistemli asimilasyon politikalarına rağmen bu olayı asla unutmadılar. Avrupa Parlamentosu bünyesinde bir konferans gerçekleşti ve herkes gibi ben de bu konferansı basından takip ettim. Türkiye basınında yer alan tepkiler, bu ülkede düşünce ve ifade özgürlüğünün ne denli büyük bir tehdit altında bulunduğunu bir kez daha gösterdi.Avrupa Parlamentosu üyesi olmayı hedefleyen bir Türkiye var ve aynı Türkiye bu çatı altında kendi toprakları üzerinde yaşanmış bu büyük trajedinin gündeme getirilmesine ve tartışılmasına tahammül edebilmeli.Kendi geçmişini sorgulamayan ve bu sorgulamanın gereğini yapmayan bir ülke, bir halk ve düşünce asla özgür olamaz. Peki, Dersim’de 1937–38 yıllarında neler yaşandı?Dersim bu katliama dili, kültürü, inancı nedeniyle uğradı. Bu değerlerini bugün de sahiplenmeye devam ediyor ve varlığının inkâr edilmesine karşı duruyor. Türkiye’de rejimin Kürt ve Alevi sorunu konusundaki inkârcı zihniyet ve tutumunu sürdürmekteki ısrarı, yüreklerimizdeki Dersim '38 yarasını daha da kanatmaktadır. Türkiye’deki rejimin Cumhuriyet tarihi boyunca uyguladığı katliamlarla yüzleşmekten kaçınması, bir demokrasi ve özgürlükler çağı olması gereken bu çağda, hâlâ farklı dillere, kültürlere, inançlara düşmanlık yapması sorununu doğurmaktadır. Türkiye’deki rejimin Dersim '38'le yüzleşememesi, katliama karşı direndiği için asılarak katledilen Seyit Rıza ve arkadaşlarının naaşlarını ne yaptığını dahi açıklamaktan kaçınması, nasıl bir rejim ve zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu gözler önüne sermektedir.Bizler, Türkiye Cumhuriyeti devletinden, Dersim '37–38’ de neler olduğunu bütün açıklığıyla itiraf etmesini istiyoruz ki bunu istemek bizim hakkımız.Yine yakılarak külleri havaya savrulan Seyit Rıza ve yedi yoldaşının naaşlarına ne yaptıklarının açıklanmasını istiyoruz. Ancak bu şekilde hayatımızın bu kâbustan kurtulacağına ve rahat bir nefes alabileceğimize inanıyoruz.Dünyada çağdaş bir demokrasi inşa etmiş bütün ülkeler kendi tarihleriyle yüzleşmişlerdir. Türkiye’nin tam ve gerçek bir demokrasiye geçebilmesinin olmazsa olmaz şartının kendi gerçekleriyle yüzleşmek olduğunu göstermektedir. 1937–38 yılları arasında Dersim ’de bir insanlık suçu işlenmiştir. Kürt ve Alevi kimliğinden dolayı Dersim, katliama dayalı ve asimilasyoncu politikalarla yok edilmek istenmiştir. Dolayısıyla hiç kimse bizden bu gerçekleri unutmamızı ve unutturmamızı beklemesin. Bu günün anısına, Seyit Rıza'nın idamı öncesinde söylediği şu sözleriyle bitirmek istiyorum:'Evlâd-ı Kerbela’yız, bîhatayız. Ayıptır, zulümdür bu, katliamdır.' Dersim’in 70. yıldönümünde; zulüm ve katliamların olmadığı, kardeşçe barış içinde yaşanılır bir Türkiye dileğimle..."
* * *
Biraz kısaltarak köşeme aldığım bu yazı benim değil.Ferhat Tunç'un. İmzasını sanatçı-aktivist diye atan Ferhat Tunç'un 17 Kasım 2008 tarihli Taraf gazetesinin 16. sayfasında çıkan bu yazısını okuduktan sonra bir noktayı bir kez daha belirtmek istiyorum. Tarihimizi, 'resmi tarih'e bırakmadan öğrenmek zorundayız; yoksa bu topraklarda barış ve huzuru, demokrasi, hukuk ve özgürlükler düzenini yakalamak çok zor olacak.Gerçek tarihi öğrenmeden, birbirimizin acılarına saygı göstermeden, bu acılı tarihi serbestçe tartışıp yerli yerine oturtmadan, "Ya sev ya terket!" zihniyeti, trajediye bir türlü doymayan bu toprakları terk etmeyecek çünkü...

17 Mart 2009 Salı

Deniz gibidir gökyüzü

Deniz Gezmiş, 28 Şubat 1947'de Ankara'nın Ayaş ilçesinde doğdu. Dedeleri İkizdere, Rize ilçesine bağlı Cimil köyündendir, kökleri Konya'dan bir vesile ile göç etmek zorunda kalmış Oğuzlara dayanır. Babası Erzurum, Ilıca nüfusuna kayıtlı ilköğretim müfettişi Cemil Gezmiş, annesi ise Erzurum'un Tortum ilçesinden ilkokul öğretmeni Mukaddes Gezmiş'tir. Ailenin üç erkek çocuğundan ikincisidir. Ağabeyi Bora Gezmiş, hukuk fakültesinden ayrılıp bankacılık yapmıştır. Hamdi Gezmiş ise, mali müşavirdir.
Gezmiş, öğretmen bir ailenin çocuğu olması sebebiyle ilk ve ortaöğrenimini Sivas'ta, liseyi İstanbul'da okudu. Henüz lise öğrencisiyken sol düşünceyle tanıştı ve kendini dönemin eylemleri içinde buldu. İstanbul Üniversitesi'nin 12 Haziran 1968'de işgaline önderlik etti. İşgal konseyi adına üniversite senatosu ile Baltalimanı'nda yapılan görüşmelere katılan öğrenci heyetinin içinde yer aldı.
1 Kasım 1968'de TMGT, AÜTB, ODTÜÖB ve DÖB'ün başlattığı Samsun'dan Ankara'ya Mustafa Kemal Yürüyüşü'nü düzenledi.
16 Mart 1971'de Ankara'daki Balgat Amerikan Üssü'nden dört ABD'li erin kaçırılması eyleminde bulundu. Bu eylemden sonra, Sivas'ın Gemerek ilçesi girişinde yakalandı.
Siyasi tarihimizin diğer idamlarından daha farklıydı aslında onların serüvenleri. Hiçbir kitapta yargılanma süreçleri diğerleri gibi, "tatil köyü" ismi misali anılmadı. Onlar, ayaklarının altındaki tabureyi bile kendileri itebilecek kadar cesur durdular ölüme. Kimse bugün, onların isimlerini sokağa, caddeye, havaalanlarına, ülkenin bilumum ayak basıldık yerlerine vermedi belki ama onlar hep sokaklarda, meydanlarda vardı her birimizin ruhunda. "Yaşasın Türk-Kürt kardeşliği"diye ölüme gitmekten korkmadı Deniz; uğrunda öldü!
"Görmek istersen Deniz'i yukarıya çevir yüzü
Deniz gibidir gökyüzü..."

İçimde "aşk" kaldı

Tavşan dağa küsmüş dağın haberi bile yoktu aslına bakarsanız. Düşkırıklarıma sebep olan nedenler birer birer hayatımın her noktasına değip geçerken, ben kendimi suçlamaktan öteye gidememiştim. Tecrübesizdim o zamanlar ya da aptallık deyin, nasıl isterseniz; ama yanlış giden bir şeyler vardı işte ve bugünkü aklımla düşünüyorum da, bu kadar basit tanımlamamalıydım yaşadıklarımı; “yanlış!”
Hataya başladığım nokta, onunla paylaşımdı. Hatalar ders almak içindir der büyüklerimiz. Ben ders almak bir yana, bir de aileme bu durumu kabullendirmek istedim. Büyük şehrin taşra kızıydım ya ve belki de hiç oynamadığım bir oyuna heveslenmiştim. İlk zamanlar güzel aşk oyunlarımız vardı, sonra oyunbozanlık yaptı içimizden biri. Defalarca bu ilişkiden dönmek istedim her seferinde yeniden başladık ama. Ya da ben öyle sanmıştım, aslında oyunun sonunu getiriyorduk kendi ellerimizle. İlk kavgamızı hatırlıyorum; bir kitabevinin hemen yanındaki köşeyi dönüyorduk, daha sonraları defalarca tekrarlanacak kavgalarımızı çıkaran aynı nedenden dolayı sert bir tartışmaya girmiştik. “Ben gidiyorum” dediğimde, “git” deyip arkasına bile bakmadan yürümeye devam etmişti; ve yine çok sonraları defalarca yaptığım gibi, aynı şeyi yapmıştım, geri döndüm. Şimdi aklımdan geçiyor birer birer, eve taşınmaya çalıştığı o günlerde birlikte evi nasıl temizlediğimiz, benim o ev için marketlerde “param olursa” diye başlayan cümlelerle nasıl aksesuar beğendiğim… Bunları hiç mi düşünmemişti bana ihanet ederken?
Evime döndüm. Herkesin yapamayacağı şeyi yaptım belki de. Yeni bir yaşama, yarım bıraktığım kendi hayatımdan başladım; annemin ve babamın yanından! Demişlerdi ki, nereye gidersen git o düşünceler ve geri kalan her şey seninle gelecek. Ama hiçbir sokak ve hiçbir insan bana onları hatırlatmayacaktı artık. Odama döndüm, tek penceresi komşu apartmana bakan ama o pencereden dışarı ne zaman baksam bana en güzel anılarımı hatırlatan odama… İlk günlerde zorlandım elbet. Bazen sessizce çekilirdim odama, bazen kahkahalarıma insanlar da şaşırırdı, bazen konuşurdum ama içimden kopar gelirdi haykırışlar. Sonra kendime yeni uğraşlar buldum. Hayata yarı tutunmuş yarı kırgın tanıdım onu da. Şimdi sorsanız hiçbirini yaşamak istemezdim açıkçası. Ders olsa da ağır tecrübelerdi. Canımı yaktı birçoğu. Hala tanımadan düşman olduğum insanlar vardır ama biliyor musunuz, ben hala başka şehirleri gezmeyi seviyorum. İçimde ise İstanbul’a söyleyemediğim bir aşk kaldı.
İzmir’de olduğum dönemlerde huzurluydum ve güvendeydim. Ama kimseye anlatamadığım bir eksiklik yüreğimi kemiriyordu sanki. Telefon rehberinde bıraktığım yedi sekiz arkadaşımı özler olmuştum. Gezdiğim yerleri, sabahları martı sesleriyle uyanmayı… Sorsanız gitmeye hazır mıydım, belki hayır! Fakat özledim işte. Hala dönemem, hala baktığım yerde acılarımı görürüm diye korkuyorum, dönmeye cesaret edemiyorum. Ne zaman unutacaksan, o zaman dönersin diyor kimileri. Sanki hiç dönemeyecek gibiyim!

16 Mart 2009 Pazartesi

Eğer...


"Eğer ; Sarı-Kırmızı bir renk uğruna düşmüşsen, dünyanın tüm yollarına ... Bu formayı karşılıksız sevmişsen... Annen gibi...Baban gibi...
Bu Armaya bağlıysan, balın peşindeki arı misali...
Karakışlarda terketmediysen , daha da çok sarılmışsan O'na...
Hiçbir şey beklemeden koşmussan yanına..
Onbinlerin arasında, tek başına kalıp zülme uğradığında bile, asla yalnız yürütmediysen O'nu.. Herkesin sustuğu, rakiplerin coştuğu , en ümitsiz anlarda haykırmışsan sevgini ölümüne...
Bir pideyi , bir ayranı bölüşüp hayatı paylaşmışsan tribünlerle...
Ona göre ayarladıysan evrenin tüm saatlerini... Adamışsan ömrünü, yüreğini, servetini ...
Herkes aile, sevgili için zevk-ü sefaya, sen en zor şartlarda O'nun için cefaya gidiyorsan ... Karanlıkta mum olmaya, uğrunda erimeye hazırsan...
Onu yaşıyorsan her an... Gurbet ellerde adı bile hasretten kalbini yakıyorsa ...
Her şey onsuz eksik, her şey tatsız, herşey yarım kalıyorsa...
En acı mağlubiyette gururla takıyorsan atkını...
Tarifsiz bir kederde bile inadına dalgalandırıyorsan bayrağını...
Hezimette dahi, için parçalansa da, başını eğmiyorsan öne, dik, dimdik yürüyorsan mahallende... Onunla gülüp, onunla ağlıyorsan...
Golleri yaşamına değer katıyorsa.. Öfkelenmek, sevinmek, üzülmek Onunla ortaksa
Tek daim sevdan O'ysa, alnına ve kadere yazılmışcasına...
Huzur buluyorsan, mutluluk duyuyorsan, yanında her anında..
Yaşamın anlamı; ölüm Allah'ın emri senden ayrılık olmasa ; diyorsan...
Aslan gİbi kükrüyorsan, ırmaklar gibi coşuyorsan, zaferlerinde...
Şarkılar, besteler söyluyorsan çocuklar gibi her yerde...
Herkes senin bu aşkını biliyorsa... Vazgeçmeyeceksen hiç bir şartta...
Bildiğin tüm yollar O'na çıkıyorsa... Onsuz nefes alamıyorsan...Sen ... TARAFTARSIN...
Sen de bizim gibi sıradan bir GALATASARAY'lısın...
Edip GÜRMAN(ULTRASLAN)"

Edip abi'den "Galatasaraylı olmak ayrıcalıktır!" sözünün tercümesi:)

hayat böyle bir şey


“Kocam bir mühendisti. Onunla sakin tabiatını sevdiğim için evlenmiştim. Bu sakin adamın göğsüne başımı koymak içimi nasıl da ısıtırdı... Gel gör ki, iki yıl nişanlılık ve beş yıl evlilikten sonra bu sakinlik beni yormaya başlamıştı. Eşimin -bir zamanlar çok sevdiğim- bu özelliği artık beni huzursuz ediyordu. İş ilişkiye gelince oldukça içli, hatta aşırı hassas birkadınım. Romantik anlara, küçük bir çocuğun şekere düşkünlüğü gibi canatıyorum. Oysa kocamın sakinliği, başka bir deyişle vurdumduymazlığı, evliliğimize romantizm katmaması beni aşktan almış, uzaklaştırmıştı. Sonunda kararımı ona da açıkladım: boşanmak istiyordum. Şaşkınlıktan gözleri açılarak "niye?" diye sordu. "Gerçekten belli bir sebebi yok" dedim, "sadece yoruldum."Bütün gece ağzını bıçak açmadı. Düşünüyordu. Bu hâli ise hayal Kırıklığımı daha da artırmaktan başka bir işe yaramıyordu:
işte, sıkıntısını dışarı vurmaktan bile aciz bir adamla evliydim. Ondan ne bekleyebilirdim ki! Sonunda sordu: "seni caydırmak için ne yapabilirim?" Demek ki söyledikleri doğruydu; insanların mizacı asla değiştirilemiyordu.
Son inanç kırıntılarım da kaybolmuştu."İştemesele tam da bu" dedim. "Sorunun cevabını kendin bulup kalbimi ikna edebilirsen kararımdan vazgeçebilirim." "Diyelim dağın tepesinde bir uçurum kenarında bir çiçek var. O çiçeği benim için koparmak, düşüp vücudunun bütün kemiklerinin kırılmasına, hatta ölümüne mâl'olacak. Bunu benim için yapar mısın?" Yüzümü dikkatle inceledi ve "Sana bunun cevabını yarın vereceğim"dedi. Bu cevapla son ümidim de yok olmuştu. Ertesi sabah uyandığımda evde yoktu. Boş bir süt şişesini mutfak masasının üzerine koymuş, altına da bir not bırakmıştı. "Sevgilim" diye başlıyordu,
"O çiçeği senin için koparmazdım" Kalbim yine kırılmıştı. Okumaya devam ettim.
"Çünkü her zaman yaptığın gibi bilgisayarın altını üstüne getirip çökerttikten sonra monitörün önünde ağladığında, onu tekrar düzeltebilmem için ellerime ihtiyacım var."
"Anahtarları her zaman evde unuttuğunu bildiğimden, senden önce eve varabilmem üzere koşmam gerektiğinden bacaklarıma ihtiyacım var."
"Arabayı kullanmayı çok sevdiğin halde şehirde hep yolu kaybettiğinden, yolu gösterebilmem için gözlerime ihtiyacım var."
"Evde oturmayı sevdiğinden, içe kapanıklığını dağıtmak, can sıkıntını hafifletmek üzere sana şakalar yapabilmem, hikâyeler anlatabilmemiçin ağzıma ihtiyacım var."
"Sabahtan akşama kadar bilgisayara bakmaktan gözlerinin bozulması kaçınılmaz olduğundan, yaşlandığımızda tırnaklarını kesebilmem, saçlarındaki-görülmesini istemediğin- beyaz telleri ayıklayabilmem, merdivenlerden aşağı inerken elini tutabilmem, çiçeklerin renginin gençliğinde senin yüzünün rengi gibi olduğunu söyleyebilmem için gözlerime ihtiyacım var."
"Ama seni benden daha fazla seven biri varsa, evet o uçuruma gidip o çiçeği senin için koparırım birtanem."
Baktım, mektuptaki yazının mürekkepleri yer yer dağılıyordu. Gözyaşlarım mektuba düşüyordu.
"Mektubu okuduysan ve kalbin ikna olduysa lütfen kapıyı aç canım. Çok sevdiğin susamlı ekmek ve taze sütle kapıda bekliyorum."
Koşarak kapıyı açtım. Endişeli bir yüzle ve ellerinde sıkıcatuttuğu susamlı ekmek ve sütle kapının önündeydi.
Artık çok iyi biliyordum: beni ondan daha çok kimse sevemezdi. O çiçeği uçurumun kenarında bırakmaya karar verdim. Bu gerçek aşktı.
İlk yıllardaki heyecanlar içinde görmeye alıştığımız aşkın, seneler sonra o heyecanlar kaybolup gittiğinde, huzur ve durgunluk içinde de hep varolmaya devam ettiğini göremeyebiliyoruz. Oysa aşk hep vardır. Belki artık heyecansız, belki artık romantik değil... Belki sıkıcı, tekdüze, hatta belki yüzsüz... Ama hep oralarda biryerdedir. Çiçekler ve romantik dakikalar ilişkinin başlaması için elbette gereklidir. Bir zaman sonra bunlar gitse de gerçek aşkın sütunu ebedi kalır.
Hayat tam da böyle bir şeydir.”

Kızılırmak boylarında bir şehir


Toplandılar birbir güruh sürüleri tatbik edildi
Ata izleri yandı otuzyedi canın gözlerine
Güzel oynandı oy madımak!

Aziz Allahsızsa bundan kime ne
Tanrı yaratmadı mı onu cihane
Otuzyedi canım buna bahane
Ne güzel oynandı oy madımak

Çetiniyim der ki, bir gün divan kurulur
Haklı haksız gelir orada sorulur
Yirminci yüzyılda insan mı yakılır?
Ne güzel oynandı oy madımak...

2 Temmuz 1993'te yakıldılar, yüzde 90'ının Müslüman olduğunu iddia ettiği, ancak insan olduklarını ispatlayamadıkları ve asla da ispatlayamayacakları bir ülkenin Kızılırmak'a dönük yüzünde! 37 can! Diri diri yakıldılar, suskun gözlerin ardında, sessiz çığlıklara kulak verilmeden, "Bırakın yansın kafirler" çığırtkanlıkları arasında diri diri can verdi "37 can!"
...Ve hala silinmedi "ülkemin" kara lekesi!..
ayıbınızı, ayıbımızı yıkayalım!

12 Mart 2009 Perşembe

Laterna




















Sokağın başındaki köşede, elinde gitar olurdu çoğu zaman
Kendinden geçercesine vururdun tellere
Benim şarkım yankılanırdı dudaklarında
Sözleri sanki benim için söylerdin
İşten dönüşte görürdüm seni, elinde gitarla dururdun çoğu zaman
Ben uykusuz olurdum sen hep durgun,
Dudaklarında benim şarkım, sessiz ve yorgun…
Yanıbaşında saçlarına ak düşmüş bir kadın
Arasıra göz göze gelirdiniz
O laterna çalardı sen ona bakardın,
Arasıra birleşirdi elleriniz
Ben onu annen sasnırdım, saçlarına ak düşmüştü kadının.

Uzun uzun çevrilirdi kolu laternanın
İnce bir müzik sesi alırdı sokağı
Sen gitarınla eşlik ederdin, bir tabure olurdu altında
Sessizce gözlerini izlerdim.
Bir zaman duyulmadı sesi laternanın
Susumuştu gitarın gözlerin solgun,
İşten döndüğüm saatlerdi hatırlıyorum, beklerdim
Laternanın sesi kulağımda köşeyi dönerdim.

Sonra uzun zaman duyulmadı sesi laternanın
Ve artık sarmıyordu müzik bu eski sokağı
Duruşun yordundu bakışın ise kırgın,O an anladım ki, laterna olmadan vurmuyor telleri gitarın.

11 Mart 2009 Çarşamba

böyle olur yaşadığımız şehirler!




Can Dündar- Ada
Bana şehrimi anlat baba!
Oğlumla şehir turuna çıktık geçen gün... Baba olmadan önce okuduğum kitaplar, “Ona yaşadığı kenti gezdirin. Mekân bilinci kazansın” diyordu.Ben de şehrimizi en yalın, en zalim haliyle tanıtmak istedim.Bahçelievler’den başladık gezmeye...15. Sokak’a girdik; “Bak” dedim, “TİP’li 7 gencin boğazlandığı yer burası...” “TİP ne baba?” diye sordu.“Sosyalizmi Meclis’e sokan parti” dedim; “Onları yok ederek Meclis’i çare olmaktan çıkarıp sözü silaha verdiler.” Bahçeli’ye gitmişken Prof. Muammer Aksoy’un evinin yerini de gösterdim. Anlattım:“Bir hukuk abidesiydi Muammer Hoca... Bizim okulda Anayasa Hukuku dersi verirdi. Çalıştığım dergiye de yazardı. Bir ocak günü bu evin önünde kurşunlayarak öldürdüler.”* * *Aksoy’un cenazesini anlatarak Gaziosmanpaşa’ya tırmandım: “Cenazede en önde Uğur Mumcu yürüyordu” dedim:“Hocasından 3 yıl sonra, yine bir ocak günü onu da evinin önünde katlettiler. Mesleğimizin en iyisiydi. Karlı Sokak’a koşup geldiğimde arabası paramparçaydı.”Karagöz Sokak’tan geçerken de Bedrettin Cömert’i yâd ettik: “Sanat tarihçisiydi. Onu da eşiyle arabasında vurdular. Kitapları hâlâ durur bende. Okuruz eve gidince...” Dönerken Bahriye Üçok’un evinin önünden geçtik:“Yiğit kadındı Bahriye hoca... Laikliğin kararlı bir savunucusuydu” dedim oğluma; “Bir kez programımıza konuk olmuş, sürekli tehditler aldığını anlatmıştı.” Bahçesinde kocaman çam olan evi gösterdim; Bahriye Üçok’un, açtığı bombalı paketle parçalanıp çoğaldığı o ekim gününü anlattım... Gördüğüm manzarayı tarife dilim varmadı.* * *Kan izlerini takip ederek barut kokulu bir güzergâhtan yürüyorduk sanki... Bastığımız toprak hâlâ sıcaktı.Azıcık kazsak, kanayacaktı.Kızılırmak’a geldik. Savcı Doğan Öz’ü anlattım oğluma: Bugün herkesin peşine düştüğü örgütü 30 yıl önce saptamış, peşine düşmüştü. O da arabasının ısınmasını beklerken öldürülmüştü. Yaşasa, kontrgerillayı açığa çıkarsa, bugün kimler hayatta, kimler hapiste olurdu, Türkiye nasıl bir yer olurdu kim bilir... Bu düşüncelerle, döndüm Ümitköy’e:“Bak burası da hocam Ahmet Taner Kışlalı’nın evi... Yıllarca birlikte çalıştık. Dünyanın en zarif, en kibar, en yılmaz insanlarından biriydi. Bir perşembe sabahı, arabasında bomba patladığı, ağır yaralandığı haberini almıştık. Hastaneye vardığımızda öğrenmiştik acı haberi...”* * *Haftaya da mesireleri gezeceğiz. Gölbaşı’na, Çiftlik’e, Söğütözü’ne gideceğiz. “Burası kayıp silahların gömüldüğü yer... Burası faili meçhul cesetlerin arandığı yer” diye anlatacağım oğluma... O silahları gömenlerle, vahşice öldürülenler arasındaki ilişkiden söz edeceğim.Bizim memleketin şehir turu böyle olur işte... Yol haritanız, durakları kanla işaretlenmiş bir kederli anılar atlasıdır. Uğur Mumcu Caddesi’nde, Ahmet Taner Kışlalı Parkı’nda gezdirirsiniz çocuklarınızı... Salladığınız salıncağın altı silah deposu, yanı ceset tarlasıdır.Eceliyle ölmez kahramanlarınız... Tarih, kitapta değil, sokaktadır.

önyargı

Ön yargı genel ve özel kullanınımlarında bir taraf tutma biçimidir. Bir idealojik fikri veya bakış açısını koşulsuz desteklemek manasında kullanılır. Ön yargı halk arasında genellikle bir kişinin kararlarının ağırlıklı bir şekilde tek taraflı olarak ortaya çıkmasında kullanılmaktadır. Gene halk arasında ön yargı bir kişinin kararlarının nesnel olmayıp öznel olduğunu ifade etmek için kullanılmaktadır.

Gelenek ve görenek adı altında başkalarının özgürlüklerini kısıtlayacak ve onların düşüncelerine imkan vermeyecek bütün diretmelerimizden uzak duralım!

Hayyam'ın dilinden...




"Herkes,gönlünce bir yol ariyor kendine..kimi arayisi sürdürmekte,kimi buldugundan emin..ama bir gün,bir ses haykiracak göklerden:"herkesin yolu kendine varir,arama baska yerde!"


Eyözünün sırlarına akıl ermeyen; Suçumuza, duamıza önem vermeyen; Günahtan sarhoştum, ama dilekten ayık; Umudumu rahmetine bağlamışım ben.
***
Büyükse de isyanım, kötülüklerim, Yüce Allah'dan umut kesmiş değilim; Bugün sarhoş ve harap ölsem de yarın rahmete kavuşur elbet kemiklerim.
***
Allah'ım bir geçim kapısı açıver bana; Kimseye minnetsiz yaşamak yeter bana; Şarap içir, öyle kendimden geçir ki beni haberim olmasın gelen dertten başıma.
***
Rahmetin var, günah işlemekten korkmam; Azığım senden, yolda çaresiz kalmam; Mahşerde lutfunla ak pak olursa yüzüm defterim kara yazılmış olsun, aldırmam.
***
Derde gama yatkın yüreğime acı; Bu tutsak cana, garip gönlüme acı; Bağışla meyhaneye giden ayağımı, Kızıl kadehi tutan elime acı.
***
Akıl bu kadehi övdükçe över; Alnından sevgiyle öptükçe öper; Zaman Usta'ysa bu canım nesneyi Hem yapar hem kırıp bin parça eder.
***
Ey zaman, bilmez misin ettiğin kötülükleri? Sana düşer azapların, tövbelerin beteri. Alçakları besler, yoksulları ezer durursun:Ya bunak bir ihtiyarsın, ya da eşeğin biri.
***
Her sabah yeni bir gün doğarken, bir gün de eksilir ömürden; Her şafak bir hırsız gibidir, elinde bir fenerle gelen.
***
Dünya dediğin bir bakışımızdır bizim; Ceyhun nehri kanlı göz yaşımızdır bizim; Cehennem, boşuna dert çektiğimiz günler, Cennetse gün ettiğimiz günlerdir bizim.
***
Yaşamanın sırlarını bileydin, ölümün sırlarını da çözerdin; Bugün aklın var, bir şey bildiğin yok: Yarın, akılsız, neyi bileceksin?
***
İçin temiz olmadıktan sonra hacı hoca olmuşsun, kaç para! Hırka, tespih, post, seccade güzel; Ama Tanrı kanar mı bunlara?
***
Var mı dünyada günah işlemeyen söyle:Yaşanır mı hiç günah işlemeden söyle; Bana kötü deyip kötülük edeceksen,Yüce Tanrı, ne farkın kalır benden, söyle.
***
Felek ne cömert ne aşağılık insanlara! Han hamam, dolap değirmen, hep onlara. Kendini satmıyan adama ekmek yok: Sen gel de yuh çekme böylesi dünyaya!
***
Bilgenin yüreğinde her dilek, Anka kuşu gibi gizli gerek. Damla nasıl inci olur denizde, sedefler içinde gizlenerek.
***
Ovada her kızıl lalenin teni, bir padişahın kanıyla beslendi. Yerden biten şu mor menekşe yok mu, bir güzelin yanağındaki bendi.
***
Mal mülk düşkünleri rahat yüzü görmezler, bin bir derde düşer, canlarından bezerler. Öyleyken, ne tuhaftır, yine de övünür, onlar gibi olmayana adam demezler.
***
Gül verme istersen, diken yeter bize. Işık da vermezsen, ateş yeter bize. Hırka, tekke, post most olasa da olur, kilise çanları bile yeter bize.
***
Beni özene bezene yaratan kim? Sen! Ne yapacağımı da yazmışın önceden. Demek günah işleten de sensin bana, öyleyse nedir o cennet cehennem!
***
İnsan bastığı toprağı hor görmemeli: Kim bilir hangi güzeldir, hangi sevgili. Duvara koyduğun kerpiç yok mu, kerpiç? Ya bir Şah kafasıdır, ya bir vezir eli!
***
Hak er geç cimrilerin hakkından gelir; Cehennem ateşleri onlar içindir. Ne der, dili inciler saçan Muhammed, cömert gavur cimri müslümandan yeğdir.
***
Varlığın sırları saklı, benden; Bir düğüm ki ne sen çözebilirsin, ne ben. Bizimki perde arkasında dedi-kodu, bir indi mi perde, ne sen kalırsın, ne ben.
***
Bir geldi mi derin ölüm uykusu, biter bu dünyanın dedi-kodusu. Ölenden bir haber bekler insanlar: Ne söylesin? Bilmez ki ne olduğunu!
***
Yel eser, umutlar savrulur gider; Sensiz, bensiz kalır bağlar bahçeler; Altın gümüş nen varsa harcamaya bak! Ölür gidersin, düşmanın gelir yer.
***
Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz: İki başımız var, bir tek bedenimiz. Ne kadar dönersem döneyim çevrende, er geç baş başa verecek değil miyiz?
***
Dünyada akla değer veren yok madem, aklı az olanın parası çok madem, getir şu şarabı alsın aklımızı, belki böyle beğenir bizi el alem!
***
Ferman sende, ama güzel yaşamak bizde. Senden ayığız bu sarhoş halimizde. Sen insan kanı içersin, biz üzüm kanı, insaf be sultanım, kötülük hangimizde?
***
Bu dünyadan başka bir dünya yok, arama; Senden benden başka düşünen yok, arama! Vazgeç ötelerden, yorma kendini, o var sandığın şey yok mu, o yok arama!

Mevlana Celaleddin Rumi


...Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından "ah-ah, vah-vah" edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.
"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir"

Bugün ahmet benim, ama dünkü Ahmet değil.
Bugün anka benim, ama yemle beslenen kuşcağız değil.
Enelhak kadehiyle bir yudum içen sızdı Tarılık şarabından.
Şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım, ben, sultanların aradığı sultan.

Ben hâcetler kıblesiyim. Gönlün kıblesiyim ben.
Ben cuma mescidi değilim, insanlık mescidiyim ben.
Ben saf aynayım, sırım dökülmemiş, paslanmamışım.
Ben kin dolu bir gönül değilim, Sinâ dağının gönlüyüm ben.

Üzüm sarhoşluğu değil benim sarhoşluğum, benim sarhoşluğumun sonu yok.
Tarhana çorbası içmem ben, can yemeği yerim, içerim can şerbeti.
İşte sarttı seni bir gümüş bedenlinin özlemi. Altın haline geldin artık.
Sen altına âşıksın, altın benim rengime âşık.

Gönlü saf sûfiyim ben, benim tekkem âlem, medresem dünya benim.
Değilim abalı sûfilerden. İster yakarış eri ol sen, meyhane eri istersen, bundan sanki ne çıkar?
Yok cumartesiymiş, yok cumaymış, bence ne farkı var?
Gerçeğin tadını alan er ne altına aldırış eder, ne kalendar tacına bakar.
Ne tasası vardır, ne kini.
Ey Tebriz'li hak Şems'i, yüzünü göstermediysen sen,
yoksul çaresiz kalırdı kulun; ne gönlü olurdu, ne dini.
Mevlana Celaleddin Rumi

Neyzen'den...


Kime sordumsa seni, doğru cevap vermediler;
Kimi hırsız, kimi alçak, kimi deyyus! dediler...
Künyeni almak için, partiye ettim telefon,
"Bizdeki kayda göre, şimdi o meb'us!" dediler...

*
Kim demiştir kanun alınmıştır ayak altına,
Böyle bir halin vukuunda hamiyyet çiğnenir.
Devleti yolsuz görenler halt eder bir beldede,
Kaldırım olmazsa kanun-ı hükûmet çiğnenir.

*
Felsefemdir kitab-ı imânım,
Taparım kendi rûhumun sesine.
Secde eyler hâkikatim her ân,
Kalbimin âteş-i mukaddesine.


*
Gözünü aç daha meydan var iken,
Dizginin canbaz elinde Neyzen!
Girmedim ya kapısından baktım,
Cennet'i at pazarı sandım ben.

*
Bî-namaz deyip beni Hak'dan uzak gören,
Sığmaz senin hayâline mihrâb ü mübrem.
Sen sade beş vakitte ararsın Allahını,
Ben her zaman onunla emîn ol beraberim.

*
Asrın yeni bir umdesi var, hak kapanındır.
Söz haykıranın, mantık ise şarlatanındır.
Geçmez ele bir pâye, kavuk sallamayınca,
Kürsî-i liyakat pezevenk, puşt olanandır!

*
Hayliden hayli kalınlaştı yobazlık yeniden,
Softalık zorlu anırtı ile aldı yürüdü.
Kara bir kinle taassub pusudan çıktı yine,
Yurdu şâhâne cehâlet yeni baştan bürüdü.


Deniz oldun



Deniz olmuştun gözlerimde o vakit. Maviye çalmıştı zeytin karası gözlerin, mavi olmuştun yüreğimde, deniz gibi mavi…Yaşanan ne varsa senden ayrı, sislerin ardında kalan, uçsuz bucaksız dağ eteklerinde; ve ne varsa sana adanarak yaşanan; doyasıya, inkar edilemez, tüm benliğimle, iliklerime kadar eriyerek…yaşanacak ne varsa!..
Yağmurla birlikte akıp giden toprak gibi, bulut gibi güneşe yakın, şiir gibi, sen gibi, yani senin gibi bana özel, güzellikten yana, sevgiden daha öte, deniz kokan sen!.. Oysa ben; yere saçılan cam kırıkları misali, bir tebessüm aşığı, sıradan bir bakış hasreti, sana susayan ben! Bu kentin herhangi bir yerinde, bir gülümseyiş arzusuyla, sazın tellerinde yüreğin ve hangi iklimdesin kim bilir!.. Benimse sana çalınıyor tüm şarkılarım, bir dost yüreğe hasretken yüreğim… Adını koyamadım ne olur kızma bana, yüreğine koyamadım elimi, dokunamadım yüreğine, kızma bana!..
Şehrin ortasında, kalabalıkta ve olmadık zamanlarda; sabah dönerken akşama mavi oldun gökte, canımda mavi, dalgada, kanadı kırık martıda, mavi giymiştin o seni çok sevdiğim zaman aralarında. Sen maviydin, gözümde büyüyen deniz mavisi… Bulanık denizden ağ çeker gibi ağır ve bilinmez bu sevda ve tıpkı bir deniz kenarında oturup balıkçıları izlemek gibi sessiz sedasız. Bu sevda özlemlerimin kanıtı, bu sevda benim sevdam! Artık geride kalan tüm anılar ki, olmadılar hiç ikimiz için; ışığı söndürünceye dek aydınlıkta olanlar ve o, sana benzemeyen oysa sende bulduğum o, şimdi özlediğim şehirler kadar uzak bana ve özlediğim şehirler şimdi çok uzaklarda.

Dikiz aynası


Dikiz aynasından yalnızca göz hizası görünüyordu adamın. Neşelendiğinde, bir kahkaha patlatırsa, görüntü yanaklarına hatta burun ucuna kadar inebiliyordu. Kadın kaçamak bakışlarla izliyordu adamın gözlerini. “Ne kadar güzeller, insana şiir yazdırabilecek kadar” diye geçirdi içinden.
Ağustos ayıydı ve günlerdir beklenen yağmur tüm şehri ıslatıyordu şimdi. Arabanın silecekleri çalıştı. Kadın bir süre onları izledi, yağmur damlalarına inat nasıl durmadan çalıştıklarını…
Kaçamak bakışlarını yeniden gözlere çevirdi. Bir kez baktı, bir kez daha baktı ve bir kez daha… Ancak gözler ona odaklandığında dönebildi anlamsız beton yığınlarının arasına.
Araba ilerliyordu ve kadın sanki gerçekleşebilecek bir hayalin peşinde, bu yolculuğun sonsuza dek devam etmesini istiyordu. Adam yanındakine bir şeyler anlatıyordu. Sesi heyecan doluydu. Konuşmaların arasında geçen “ülke” isimlerinden anlaşılıyordu ki, birkaç gün sonra bir yolculuğa çıkacaktı. Yol ilerledi, yağmurun şiddeti daha da arttı. Harikulade gözlerin balköpüğü rengi daha bir belirginleşti. Yol uzadı, bir süre sonra araba camekân binanın önünde durdu. Adam arabadan iner inmez hızlı adımlarla yürüdü; kadın bakakalmıştı ardından!..

Bir çift göz en fazla ne ifade edebilir ki?.. Eğer o gözler anlatabilecek kadar hayat doluysa, emin olun çok şey ifade eder. Mesela, size çok özlediğiniz birini anımsatabilir ya da biranda kelimelerinize ruh katar ve tıpkı benim yaptığım gibi işi gücü bırakıp kenarda köşede o gözlere destan yazar bulursunuz kendinizi.

iyiki varsın futbol



Futbol anlamsız diyorlar, ama onlar bilmiyor ki, hayatta yanına kalan hiçbir sevgi olmadığında, başını alıp gideceğin tek yer yine aynı yerdir; takımının stadı... Hangi sevgiye bu kadar ağladık ki, şampiyonluklarda döktüğümüz gözyaşı kadar, hangi arzumuza bu kadar açtık ki elimizi, bir son dakika golünü görebilmek için!
Yanına kalan tek sevgiyi futbol yaratır. En güzel sarı kırmızının yanında duransa benim için, en güzel siyah beyaza yakışandır bir başkasına göre, en güzel lacivert sarıyla anılandır başka biri için ise... Dedim ya, en karşılıksız sevgi futbolda vardır.
İyiki varsın futbol!

Kafes

Resim 9 yaşında bir çocuk tarafından çizildi. Önce resme bakın size ne ifade ettiğini düşünün, sonra altındaki yazıyı okuyun.
Bana getirip "bu resim sana neyi ifade ediyor?" dedi. (Üzerindeki yazıyı yazmamıştı henüz) Bir şeyler söyledim, çocuğun bakış açısını düşünüp neler ifade etmek istediğini tahmin etmeye çalışarak... Ama verdiği cevap beni çok şaşırttı. 9 yaşının çok üzerinde bir anlayışla bana şunları söyledi.. " Kuşlardan biri özgür görünüyor, öteki de tutsak. Ama aslında ikisi de tutsak. Çünkü özgür olan uçarsa arkadaşı düşüp boğulacak!"
Her Özgürlüğün İçinde Bir Tutsaklık Vardır!
Nazım Hikmet

Aynı şehirlerdeydi rüyalarımız


Tüm soru işaretlerinin sonrasına gizlenmişti “aşkım” sözcüğü ve bütün olmazlarıma umut oluyordu rüyalar, rüya sandıklarım, sensiz yattığım her uykuda sana uyuduklarım…
Aynı şehirlerdeydi rüyalarımız. Tek farkımız, sen senin olan hayalleri kuruyordun, bense senin hayallerine yama oluyordum. Uyanır uyanmaz sana gülümseyen gözlerim vardı, seni görme umudum, dudaklarından dökülecek tek kelimeye bağladığım hiç tükenmeyen ümit… Aynı şehirlerdeydi rüyalarımız. Sen sana ait olana uyudun hep, ben benim olma hayaline yumdum gözlerimi. Teninin kokusunu bildiğime dair kandıracak kadar küstahçaydı hayallerim. Öyle güzel kokuyordu ki tenin, öyle rüyaydı ki; öyle ‘sen’di ki her şey!.. Başkasının olma hüznüyle avuttum bendeki “yok” seni. Seni, benim olur hayallerimle avuttum kendimi. Öyle her şeydin ki sen!..
Öyle rüya ki, hepsi… İsmini haykırabileceğim tek bir an kolluyorum, boğazımda düğümlenirken yokluğun. Yokluğun ölümken, yaşama bağlanıyorum yine sensizlikle. Yine sensizlik! Yine yokluk, yine olmaz haykırışları, içimdeki her neyse paramparça oluşlarım!..
Aynı şehirlerdeydi rüyalarımız. Geceleri gözlerimi seninle kapatmanın tadı, bir gülüşün için aylarca beklediğim o hayat molaları… Sabahları yine senin gülüşüne açmak gözelerini. Hep gülüşün, hep gözlerin…hep sensizlik hep yalnızlık!.. Sonrasını düşünmeksizin sana adanmış birkaç gün; seni düşünmeksizin içimdeki sana adanmış, bağlanmış ben!..
İsminle birlikte anılan umut ışıltıları, seni görmenin heyecanı; heyecan, başlı başına sen!.. Yüreğinin başkasına ayırdığın çırpınışları yüreğimi yaralar, yüreğim yüreğine yamalı, şimdi hangi umudun hesabını yapsam sonucu hep sen!.. Yüreğim sensiz, ben sensiz, sen yüreğime yamalı…

Öyle bir...


Sen bu şehirden kaçışım gibisin benim
Islak kaldırıma basa basa ve üşüyerek
Sevmelerim gibisin biraz kırık biraz dökük, terk edişlerim gibisin hiç yapamadığım
Sen böylesin işte!..
Açlığımda önüme sürülen bir parça taze ekmek
Ve yorgunluğumu giderecek mola…
Sen gece fenerim gündüz ağaç gölgesi, belki yarınım belki dünüm yine de sen bugünümsün, bugün düşündüğüm!
Kararlılığımsın benim, aynı zamanda kararsızlığım,
Sen yolum yordamım, yirmi dört saatim, harcadığım emek ürettiğim işsin
Başarımsın onurlandığım, ölümsün hüzünlendiğim
Sen yollara bakıp iç çektiğim hasretsin, özlemsin
Sen böylesin işte benim her şeyimsin!..
Defterin arasında kuruttuğum çiçek koltuk değneğim,
sen uzun zaman çalmayan kapı zilim
Ve sen, evet sen her saat başı duyduğum ezan sesi, sen dilimdeki duanın en son dizesi “Amin” dediğim
Sen ellerimi açarken tanrıya ümit ettiğim…
Bil ki sen tenceremde kaynayan aş, tuzu biberi ömrümün
Oysa sen iki nokta arasındaki tek doğrum
O bir tek ağacın bütün bir hikâyesisin sen,
On altı yaşımın üzerinde yanan mumların eriyen damlaları
Öyle ki kadınlığımın kamçılayamadığım tutkuları
Sen sevgimin ateşten gömleği nefretimden geriye kalan küller,
Ne yazık ki sen, yoo boş ver! Sen böylesin işte!..
Gözlerimde büyüttüğüm İstanbul’um, o koca şehir
Sen her gün geçtiğim toprak yol, uyurken söndürdüğüm gece lambası,
Sen bu durağın ilk ve son yolcusu, nefesimsin benim!
Ben aşkı sana öyle bir yakıştırdım ki, sen aşkın ta kendisi ve ta kendisisin sevginin
Ben aşkı sana öyle bir yakıştırdım ki, öyle bir…

çizgide çamura saplandık



“Ne biraz dışarıda, ne tam içerde, ne kıyısında hayatın ne alabildiğine ortasında sürüklendik acemi ayaklarda! Birbirimizi okuduğumuz bakışmalar gibi anlık… Öylesine bir yuvarlaktık ikimiz, çizgide çamura saplandık!”


Bütün sorun sadece gözlerin değildi aslında; sorun tamamıyla benim içimdeki abartılı sevgiydi. Fotoğraflarına bakmadan geçirilmiş tek bir günü hatırlamıyorum. Belki arar diye telefonumu kapatmak istediğim her anda sadece senin için katlanılası bütün zorunluluklar… hepsi sana idi, tek sorun gözlerin değildi aslında, sorun sana adanmış her şeydi. Hayalimdeki bütün evler ve onların pembe panjurları senin ismin üzerine inşa ediliyordu ve muhtemel tüm olasılıklar… benim olmayışına dahi akıl almaz biçimde sarılışım, bensizliğini sevişim; sensizliğime duyduğum karşılıksızlık; bütün sorun gözlerin değildi aslında, sorun ihtimal dahilinde bana ait olan sana dair her şeydi. Kitaplarımı ve kolyemi sadece seni tanımladıkları için sevmem de buydu belki de, sorunun sana ait olan kısmı; kısmen sensizlik, sensizliği senle kapatma çabası… bütün sorun gözlerin değildi; saatlerin sana ayarlanmış yelkovanları, sana ayarlanmış zamanlar, yanında bir an fazla kalabilmek için kendime söylenmiş yalanlar vardı; bütün sorun sen varken dünyanın tam bir dönüşünü tamamlayamamasıydı.
Her şey sana duyduğum aşktan ibaret değildi, her şey benden ibaretti; sen benim ben tarafımdın, bana sığındığım zaman aralarında. Aşk sana göre tanımı yapıldığında kelime anlamından çok daha farklı anlamları içeriyordu belki, ama aşk bende hep aynıydı; benim sevdiğim aşktan sana kalan pay… Seni hep sevmek istediğim anlarda sevdim, hep sevdim!.. bütün sorun gözlerin miydi bilmiyorum, seni hep sevmek istediğim zamanlarda sevdim, gözlerini sevdim en çok!.. Ben senin gibi fırtınalar kullanamadım cümlelerimde, hiç fırtına olmamıştı bizde, senin gibi aşka ayrılık karışmış cümleler de kurmadım, hiç ayrılığımız olmadı bizim, bir araya gelişlerimiz olmadığı gibi… Sana şarkı güftelerindeki gibi benzersiz, “yazılamaz” denilen cümleler kuramadım ama kendimce anlattım kendimi sana, seni bana anlattım “imkânsız” kelimesinin cümle içinde farklı kullanılış biçimleriyle. Bütün sorun gözlerin değildi; yolların sana gelen ve senden uzak mesafeleri, seni anımsatan çizgiler ve hatta levhaların senin ismini içeren tüm harfleri, bütün sorun senin olmadığın yollardı, hangi şehre hangi sokağa çıktığının bile önemi yoktu aslında. Dağın yamacına dikmekle gözünü, sensiz her metrekareye dikmek arasında fark yoktu bende, sende her şey aynıydı, bütün sorun benim sensiz olmamdan ibaretti belki de!.. Ateşin düştüğü yeri yakması mı seninle yaşanılan sensizlik mi daha çok acıtırdı insanın içini belki her insanın içini içine düşen ateş yakardı; ama ben her insan değildim senin olduğun yerlerde, içimi en çok sen acıtıyordun; ateş sana düşüyordu beni yakıyordu işte. Bu kez sadece yüreğin o dayanılası dayanılmaz sancısı yoktu içimde, büsbütün “sizlikti”; sensizlik, kimsesizlik, sevgisizlik gibi çeşitli tanımları vardı bu başa gelenin; başa gelen çekilir gibi tahammül”süzlük” cümleleri yoktu ama bu kez; sorun tamamen “sen” idi, “sizlik” idi.
Nasıl bu kadar senin ve sensizliğin olduğu cümlelerim olmuştu satırlar içinde, hiçbir ayrılık cümlesi bile kuramamışken kelimelerimle; sorun yaşanmamışlık idi, yaşanmışlık bana ait olan kısmıydı hikâyenin, bütün cümleler sana aitti yani bu hikâyede. Hikâye sana aitti!
Sana ait hikâyelere bana ait olmayan cümlelere eklenmiş tüm kelimeler ve bana ait bendeki sensizliğe katık yapılmış her cümle bütün sorun buydu bende, bütün sorun gözlerindi belki de!

Ademler ve Havvalar



Kadının adı yok demişti, okuduğum kitapların son cümleleri!..Kadın olmak zormuş, kadın olunca anlıyorsunuz bunu, ya da yaşadığınız dönemin artık eski zaman aşklarına yer vermediğini fark ettiğiniz zaman…
Bu yazıyı neden yazıyorum, öncelikle onu anlatayım, hani yine umut etmiyorum ama benim gibi hala aşka inançlı insanlar varsa çevrenizde, bunu okutun onlara. Boşuna yaşama tutunmasınlar; çünkü eskiden dünya, kendini ölüme adayanlar ile sevgiye adayanlar arasında gidip geliyordu, şimdi sevgiye adanmış hayatlar yok, siz iyisi mi aldatmayın kendinizi, hayatınızı ölüme adayın yalnızca.
Yıllarca bir insanın duraktaki ayak izlerine bakarak, onun o yoldan geçmiş olması ümidiyle yaşayarak sürdürülen bir hayattan geriye sadece doğup büyüdüğüm şehre kin tutmak kaldı bana. Ardından o şehri bırakıp hiç görmediğim köprüsüne, meydanlarına, parklarına, bahçelerine methiyeler düzdüğüm bir şehre girdim, bu kez daha yalnız daha cesurdum ama. Sonra ne oldu biliyor musunuz, ihanetle tanıştım. Hayatım boyunca hep korktuğum ve yaşamayı hiç istemediğim ihanetle… Ve artık kendi tecrübelerimden ders çıkarabilecek konuma gelmiş, nasihatler dönemini kapatmıştım kendimce. Zaten ondan sonra annemin “beni dinleseydin” diye başlayan bütün cümlelerini “balla” kesmiştim.
Bakın size ne diyeceğim, eğer 20’nci yaşınızı geçtiyseniz ve “ben artık olgunum” diyebilecek kadar cesursanız, bunu sakın denemeyin. Asla bu kadar cesur olmayın. Değerli bir arkadaşımın sözü vardı; “Ben olgunum diyen insandan korkarım, çünkü olgunum diyen insan kendini bütün öğretilere kapatmıştır.” Asıl kaygının bu yaşlardan çok sonra başlayacağını bilmeden ben de buna benzer bir cümle kurmuştum; “Galiba büyüyorum, bunlar büyüme sancıları!” Değildi aslında, hiçbiri gerçek yaşamın bir parçası değildi. Asıl karın ağrıları başladığında anlamıştım büyüme sancılarının nasıl bir şey olduğunu.
Kadınlık ağır bir sıfat. Taşımaya başlamadan anlayamıyorsunuz bunu. Hani derler ya, “anne olunca anlarsın!” bu da onun gibi bir şey işte. Kadın olmanın sadece, bir erkeği bütünüyle tanıma olmaktan çok daha fazlasını ifade ettiğini, birileri sizi yaralayıp sonra da o yaraları kanırtarak derin acılar bıraktığında fark ediyorsunuz. Aynı zamanda şunu da öğreniyorsunuz; “artık kimseye ihtiyacım yok!..”
Siz siz olun yaşamınıza birkaç değerli insan bırakın. Onlar sizi böyle zamanlarda ayakta tutmak için yeterli oluyor. Ben “değerlerimi de” yanlış seçmiştim. Hiçbir zaman “hayatımdaki her erkek bana ihanet ediyor” gibi arabesk cümlelerim olmadı ama o uğursuz 20’li yaşlarımın ortalarında “hayatımdaki birçok arkadaşım bana yalan söyledi” cümlesini bol bol kurmuşumdur. İşte o arkadaşlardan da geriye varlıklarını fark etmeme neden oldukları birkaç değerli dost kaldı, onlar da benim hayatımın “taç yaprakları” oldu zaten.
Yaşam insanlar olmadan devam etmiyor ne yazık ki!..Hepimizin hayali değil midir, ıssız bir adaya düşsek, yanımıza alacağımız üç şey! O adaya yalnızca kendimiz gitmek isteriz halbuki. Yanımıza alacağımız o üç şey de, aslında hepimizin içten içe düşlediği şeydir; yalnızlık!.. Telaffuzu kadar kolay da değil bu hani. Yalnız kalmayı, yalnız olmayı kim ister ki?.. Siz siz olun, insanların yalnızken daha az başının derde girdiği şu evrende, yalnızlığınız tek çare olsun, ya da baktınız olmuyor, dedim ya, birkaç saygıdeğer dost alın yanınıza, onlar da hayatınızın taç yaprağı olsun.